30 Ağustos 2006 Çarşamba

Cunda... Cunda...

Ayvalık'a biraz da düşünmek için gitmiştim oysa...
Ama Cunda aklımı başımdan aldı! Anımsadığımdan da güzeldi...

Şirin adacığa ayak basar basmaz önce Taş Kahve'de nefis bir Türk kahvesi içtim, sonra sokakları adımlamaya başladım.. Yürüdüm.. yürüdüm.. yürüdüm...


Otantik takı ve giysiler, birbirinden ilginç objeler, süslü kumaş ve örtüler satılan standların, dükkanların arasında gezindim. Şile bezinden elbiseler, Buldan kumaşından örtüler satan yaşlı bir amcanın ısmarladığı çayı içerken, eski Cunda üzerine sohbet ettim onunla.. Aslen İstanbullu olduğunu söyleyen amca Cunda'ya öyle bağlanmıştı ki İstanbul'u düşünmek bile istemiyordu. Hatta Ayvalık'ta bile yaşayamayacağını söylediğinde şaşırdım. Cunda'ya öyle sevdalıydı ki!


Tekneler geliyordu iskeleye durmadan..
Teknelerden meraklı bakışları, kimi çekingen kimi heyecanlı tavırlarıyla gezginler iniyordu. Turist demek istemedim onlara. Böyle bir yere geldiklerine göre tatların, kokuların, lezzetlerin peşinde olmalılar!

Sahil boyunca sıralanmıştı kafeler, dondurmacılar, lokmacılar ve elbette lokantalar.. Hepsi de davetkar! Ama orada bir akşam yemeği yemeyi annemin geleceği güne erteledim. O keyif yalnız yaşanmazdı ki?


Küçük bir mola verdiğimde düştü aklıma Ada lokması. Yiyeyim.. yok yok yemeyeyim.. kararsızlığım uzun sürmedi:) Minicik çıtır lokmalar öyle dayanılmaz görünüyordu ki! En küçük boy kaseden söyledim ve bir ağaç altına oturdum. Üzerine tarçın, hindistan cevizi ve susam ister miyim? Evet, hepsinden isterim! Sadece tarçın bile yeterli olabilirmiş aslında. En son ne zaman yemiştim kimbilir "ballı lokma tatlısı"? O mini mini lokmaları bir çırpıda yiyiverdim!


Ruhum güneşin altında esneyen zamana uyum sağlamış, uzun uzun tadını çıkarıyordu bu sonlu saatlerin. Tam olmak istediği yerde, olmak istediği zamanda. Ağır ağır, serum damlaları gibi akan zamanın damarlarıma doldurduğu esriklik, o ılınma, gevşeme halleri nasıl da güzeldi! Soğuk kış günlerinde burnumu atkıma saklayıp parmak uçlarıma hohlarken, refleks halinde omuzlarımı kasarken anımsamak üzere o anları cebime attım.

Ve, "mutluluk şu andan başka bir yerde değil.." diye fısıldadım kendime.

Cunda'ya ikinci ziyareti annemle yaptık.
Sokakları birlikte adımlayıp kedili sokağın kedilerini sevdikten sonra gün batımında deniz kıyısı lokantalarından birine oturduk. Anneme Ayvalık klasiği papalina, bana da (yani ikimize de)kabak çiçeği dolması, fava ve istifno... Tümü benim bildiğim ama annemin de tatmasını istediğim lezzetlerdi. Kocaman bir tabak da salata.. Yeter de artar! Ben bir kadeh de şarap alabilir miyim annem annem? E hadi al bakalım.. :)

Tümü de güzeldi ama ben en fazla ekmeğe sürmelik kıvamdaki favaya bayıldım. Annemse kabak çiçeği dolmasını ilginç buldu, hatta bizim pazarlarımıza da sabahın erken saatlerinde kabak çiçeği geldiğini, ama dolma yapıldığını bilmediğinden hiç almadığını itiraf etti. Eh annem, tariften kolay ne var, bulurum ben sana. Tijen ablam var ya! Tamamdır, denenecektir:)


Benim Cundam böyleydi işte..
"Eninde sonunda buralı olacaksın" diye bir altyazı geçti kafamdan, dönüş yolunda.
Eninde sonunda, ama hemen değil...

Ayvalık dönüşü evde geçirdiğim kısa bir zamanın ardından bu kez İstanbul yollarına düştüm. İstanbul uzun süredir görüşülemeyen dostlar, özlenen keyifler ve merak edilen lezzetlerle önce mutlu etti beni, sonra da kafamı fena karıştırdı! İstanbul'dan kalanları da bir sonraki yazıda paylaşayım.

Bu arada yeni bir Eylül daha geliyor. Yeni bir sonbaharın kapısı aralanıyor demek...
Ben yarın gece yolda olacağım ve küçük kentime dönerken kocaman bir dilek tutacağım.
Eylül hoşgelsin diye...
... ve hayat gitmesi gereken yöne giderken gülümseyebileyim diye.

25 Ağustos 2006 Cuma

Ayvalık biter mi?




Bitmez..
Ayvalık'a kendinizi kaptırmanız öyle kolaydır ki!

Canınız şımarık bir tembellik içinde yemek içmek ve uyumak ister sadece... Zamanı kovalamazsınız, saatler uzadıkça uzar... başka yerlerde yakalayamadığınız günbatımları, büyük şehirlere inat Ayvalık'ta yavaş yavaş gelir. Tadını çıkarırsınız esneyen zamanın, uzayan gündüzlerin.. Kahvaltınızı yavaş yavaş yapar, sonra belki elinize aldığınız kitapla bir ağaç altında uyuklar, deniz kenarında bir kafede sabah çayınızı ya da kahvenizi içtikten sonra dar sokaklara girip saatler boyu yürür, yorulduğunuzda bir kahvede soluklanıp koruk suyu, dut şerbeti ya da limonata içersiniz...


Koruk suyunu annemin ninesi de yaparmış da haberim yokmuş. Neden ben bu yaşımda tanıştım o zaman? diye kızdım biraz.. Güldü annem, yaparız kızım! dedi, biz de yaparız, kolay! Koruk suyunu salatalarda ama en çok da bamya yemeğinde sevdiğimden, o ekşi tada şartlanmış damağım pek şaşmıştı ilk içtiğimde. İkincide daha çok sevdim. Bir de bol bulunsa koruk, bamyadan fırsat olsa da şerbetini yapsa annem.. Vakti de öyle çabuk geçiveriyor ki!

Uzun yürüyüşler yaptım sokaklarda.. Evlere baktım hayranlıkla, sevgiyle.. Günün birinde burada yaşamayı düşledim! Kim düşlemezdi ki..



Ve pazarlar...
Ayvalık'ın pazarını dolaşırken sebze-meyveden çok peynir çeşitliliği aldı aklımı. Neler vardı neler! Havanın sıcaklığına aldırmadan eve 1,5 kilo peynirle döndüm:) Dayanamadım o lezzetlere! Sepet peyniri, yöresel keçi peyniri ve mihaliç peyniri aldım. Sepet peyniriyle evde nefis Ayvalık tostları yaptık (sağolasın Tijen abla! kaşar peyniri de neymiş?), mihaliç peyniri satıcının tavsiyesi üzerine çoğunlukla karpuzla birlikte yendi, keçi peyniri ise benim klasik kahvaltı ve salata peynirimdir zaten... Fiyatlar çok uygundu, satıcıların sıkmayan ilgisi ve nezaketi de cabası. Ayvalık'ın insanları her yerde aynı zaten, güleryüzlü, kibar. En azından bizim karşılaştıklarımız öyleydi.


Nohut mayalı ekmekler tıpkı simit gibi satılıyordu el arabalarında. Nasıl olsa evde yapıyoruz diye almadık ama görüntülemeden de edemedim.


Ekmek satan teyzenin yanındaki tezgahta genç bir kız çeşitli otlar satıyordu. O tarafa doğru gittiğimde annemin eğilmiş bir otu incelemekte olduğunu gördüm. O neyniş? Deniz fasulyesiymiş! Aaa ne ilginç hemen alalım! deyince güldüler. Nasıl yapıldığını kızcağız anlattı uzun uzun. Deniz börülcesi gibiymiş ama öyle hevesle anlatıyordu ki bilmiyormuş gibi yapıp dinledim:)

Bu da yapılmışı!


Ben sevdim ama annem deniz börülcesini tercih ederim dedi. Kıyaslamak gerekirse evet, deniz börülcesinin lezzeti gerçekten de başka! Belki bu ot yoğurtla birlikte daha güzel olabilirdi diye düşündüm, denemek gerek.

Ah.. nasıl unutulur...
Bir de kızarmış dondurmayla tanıştım Ayvalık'ta.
O nasıl bir lezzet öyle?


Kocaman bir top vanilyalı dondurma alınıyor, üzeri çıtır bir karışımla kaplanıyor ve hemencecik kızgın yağa atılıp kızartılıyor. Sonra üzerine çikolata ve meyve sosu dökülüp, fıstık ve hindistan cevizi ile acilen servis ediliyor:) Siz de beklemenizin karşılığını fazlasıyla alıyor, dış kabuğu kırıp içinden çıkan dondurmayı afiyetle kaşıklıyorsunuz. Sosuyla birlikte pek leziz birşey..



Çıtır karışımın neler içerdiğini tam çözemedim ama işin sırrı o olsa gerek. Daha önce birkaç yerde çeşitli tarifler gördüğümü anımsıyorum, yeterli cesareti toplarsam ben de evde deneyeceğim!

Ayvalık'ta akşam saatlerinde elinizde dondurma külahı ya da bir mısır koçanıyla sahil boyunca gezinmek, güneşi batırdıktan sonra da eve (pansiyona) dönüp akşam yemeği için pratik ama lezzetli birşeyler hazırlamak da keyifli! İşte küçük kasabada akşamın güzelliği.. Başka yerde yok!


Ben çoğu kez bir tabak makarna, salata ya da peynir-domates-galeta üçlüsü yanında bir kadeh şarabımla geçirdim akşamlarımı. Yaz akşamı demek biraz da bunlar demek benim için!
Sedirde oturup tahta masada yemek de ayrı bir keyifti...



Yemek sonrasında Ezginin Günlüğü,
"tutuşsun bahçemizde zaman
karışsın günler geceler..."
derken, ben önümdeki deftere notlar düşüyordum.. Sonrasında İlhan İrem,
"yürü ya seyyah-ı avare yürü" derken, ben notlar düşmeye devam ediyordum. Hemen her akşam böyle geçti..
Yazdım.. yazdım.. yazdım...



Cunda'yı unutmadım elbette, unutulur mu hiç?
Bir sonraki yazı Cunda olacak.

Sevgili Burçak'ın yorumu anımsattı, bu sabah gazeteye bakarken tarihi görünce (işe gitmeyince tarihi unutuyor insan!) "aaa bugün yıldönümümüz" düşüncesi geçmişti aklımdan, sonra günün telaşesi içinde yine unutmuştum... Evet, bugün itibariyle Sibel'in Kahvesi 1 yaşında...

Geçen yıl boyunca çoğunlukla Ege'den ve elbette anneciğimle paylaştığımız küçük mutfaktan lezzetleri paylaşmaya çalıştım sizinle... Başlarken düşlerimdeki Kahve'yi burada açtığımı varsaymış ve sizleri kahve içmeye çağırmıştım. Geldiniz, bazılarınız her gün aksatmadan, bazılarınız seyrek, ama geldiniz ya! Sağolun...

Umarım içtiğiniz kahveler tam sevdiğiniz gibidir ve umarım birlikte daha çok kahveler içeriz...

21 Ağustos 2006 Pazartesi

Tadı damakta kalan Ayvalık


Uzun bir kahve molası oldu...
Uzun bir yıllık izin oldu çünkü. Ama öyle çok ihtiyacım vardı ki...

Tatili bitirdiğim ve ruhumun sesini daha net duymaya başladığım bugünlerde, sizleri daha fazla merakta bırakmak istemedim. Düşkent’teyim. Eylül’ü burada karşılayacağım bu yıl! Kendime yeni bir düş, belki bir umut armağan etmek istedim. Sizlere de küçük bir armağanım olacak, ama birazcık sabır... Gerçi sabrınızı bu uzun molayla yeterince zorladığımın farkındayım ama tadı damağımda kalan sevgili Ayvalık’ı paylaşacağım bu yazıyla kendimi affettireceğimi umuyorum. Klavyenin tıkırtılarını, arşivden fotoğraf seçmeyi, kelimelerimi onlarla birlikte bu sayfaya düşürmeyi özlemiştim... Güzel yorumlarınızı, ilginizi, sıcacık postalarınızı kahve molası boyunca da esirgemediğiniz için hepinize tekrar teşekkür ederim...

Kaçıp kaçıp gittim küçük kentten.
Önce Bodrum’a gidip Akyarlar’da, güzelim Karaincir’de kendimi billur sulara bıraktım.. İstedim ki herşeyden önce denizin, güneşin, kumun sıcağı ısıtsın ruhumu. Isıttı da! Ama bir kumsalda kendimi güneşe (o da köşe bucak gölge arayarak) ancak birkaç gün bırakabilirim ben. Aradığım orada değildi... Sadece dolunaylı iki gece vardı hep saklamak istediğim!.. Onlar için değerdi. Dolunay yükselirken yakamozların üzerinde, biz kardeşimle bomboş kumsalda oturup bir şişe kırmızıyı paylaşarak ışığın ve sevginin müziğini dinledik...

Sonrasında sırt çantamı omuzlayıp sevgili Ayvalık’a uzandım.
Kendimle buluşmaya...
Günler boyunca, günlerin batımına dek güzel Ayvalık’ın sunduğu güzelim lezzetleri tattım, kendimi zamanın uzun uzun, esneye esneye akışına bıraktım. Gün battıktan sonra da 120 yıllık ahşap bir evin terasında, ceviz ağacının dalları altına oturup içimi dinledim... Uzun süre sustu! Ama sonunda başladık konuşmaya... Neler konuştuğumuz bize kalsın, buyrun işte, sizin de damağınızda hissetmeniz umuduyla Ayvalık lezzetleri!

Öncelik elbette Güler Pastanesi'nin...


Ayvalık'taki ilk günümdü.
Öğleyi çıtır simitle geçiştirmiş (her yerin sokak simidi güzel olmaz bilirsiniz, ama Ayvalık'ın simidi gerçekten güzel!), hafiften serin ama tatlı birşeyler yeme ihtiyacı duymaya başlamıştım. Gideyim dedim, sakızlı dondurma yiyeyim Güler'de. Ben kendimi tanıtmaya çekinerek bir köşede dondurmamı yerken, pastane sahiplerinden Murat bey içeri girip "hoşgeldiniz Sibel hanım!" deyince çok şaşırdım! Meğer Tijen ablamın parmağı varmış bu işte.. Bu sayede Murat bey ile nihayet tanışmış olduk, evet, Sibel'in Kahvesi'ni ben yazıyordum!


Sakız meselesi üzerine yaptığımız küçük sohbetin ardından Murat bey henüz yeni şerbetlendiğini tahmin ettiğim ılık lor tatlısından ikram etti dondurmamın yanına. Dünya üzerinde asla hayır denemeyecek lezzetler vardır! Güler'in lor tatlısı onlardan biri işte, yanında mutlaka dondurma ile...


Güler'in bir de lorlu böreği var ki, onu sabahın erken saatlerinde, sıcakken alıp hemen çayla birlikte kahvaltıda yemek gerek. Ayvalık'ın "sabah böreği" zaten lorlu börek, hemen her simitçi camekanında görmek mümkün. Ama bilmem onlar Güler'in börekleri gibi olur mu?

Sakızlı kurabiye, Güler'in artık herkes tarafından bilinen klasik lezzeti.. Bu arada Murat bey benim tarifimi de denediklerini, hatta daha çok beğendiklerini söyledi. Dediğine göre benim versiyonumun pastanede uygulanabilir olmamasının tek sebebi, lordan dolayı diğeri kadar dayanıklı olmamasıymış. "Dayanıklılığını bilemiyorum tabi, yapıldığında en hızlı tükenen kurabiye olduğu için!" dedim:) Evet, Güler'in kurabiyelerinde meğer lor yokmuş, ama ne gam? Nefis sakız kokusu ve ağızda dağılan ev kurabiyesi lezzeti var ya! Hangi pastane zeytinyağı kullanıyor kurabiyelerinde? Ayvalık'a uğrayanlar ve bunu bilenler zaten illa ki Güler'e uğrayıp önce tatlılarını yiyor, giderken de kutu kutu kurabiye alıyorlar. Günde iki kez taze kurabiye çıkıyor, sıcak sıcak almak için ya sabah erken uğramak gerek ya da öğleden sonra...



Ama...
Ama bir de şekerli Girit böreği var ki...

Bunu daha önce duymamıştım ya, lorlu böreğimi sardıkları kağıtta okuyunca aklımın bir köşesine kaydetmiştim. Ayvalık'taki son iki günümde yanımda olan annemle uğradığımızda yemek kısmet oldu şekerli böreği. Gerçi kalmamıştı ama Murat bey ne yaptı etti bize tattırmak için buldu getirtti! İşçilerin payı olduğunu anlayınca çok üzüldük ama Murat Bey "her gün yiyorlar, bıktılar onlar!" deyince rahatladık. Başka bir yemek söylenince çok sevinmişler:) Öyle ya, baklava börek bile her gün yenmez.. Bizse çayımızın yanında bayılarak yedik bu nefis böreği. Zeytinyağlı, içindeki tatlı loru, çıtır çıtır hamuru ve üstündeki bol pudra şekeri ile inanılmaz bir lezzet! Anneme göre lor tatlısından bile iyiymiş.. Bilmem? Ben kıyaslayamıyorum, hepsi öyle güzel ki..


Sakız ve lor cenneti Ayvalık'ta, bugün hemen hemen tüm yazlık yörelerde görebileceğiniz gözlemeciler yok nedense.. Ama ben lorlu bir gözleme hayal ettim ve bulmakta zorlanmadım. Küçük dar sokaklarda yürürken çıkıverdi karşıma "Asmalı Bahçe". Amcam bir yandan layıkıyla demlenmiş mis kokulu çayını küçük çırağına dağıttırıyor, bir yandan da isteyenlere Ayvalık tostu yapıyordu. Hemen yan taraftaki bahçeden (belli ki aileden) kızlar da gözlemeleri yetiştiriyorlardı. Zeytinli tabakları da ne güzel değil mi?

Sıcak bir öğleden sonra, yürüyüş yaparken bir kez daha uğradım Asmalı Bahçe'ye, bu kez geçen seferden aklımda kalan limonatasından içmeye.. Ev yapımı nefis limonata yetmişbeş kuruş.. Şaşırmayın! Ayvalık'ta deniz kenarında içeceğiniz Türk kahvesine de aynı parayı ödersiniz, çay ondan da ucuz... İsterseniz günlük gazeteleri getirip masanıza bırakanlar bile olabilir!


Ayvalık tostu dedim ya az önce, hemen her yerde yapılan ve artık herkesin bildiği bu tostun en güzelini nerede yiyebileceğimi soruşturdum. Öyle ya, ben öyle tostla filan beslenen biri değilim, bir-iki kez tadımlık yiyeceğim, iyisini yiyeyim değil mi:) En iyisi Avşar Büfe dediler, ben de doğruca oraya gittim. Domates-peynirli, ketçap-mayonezsiz tostumu ayranla birlikte pek bir keyifle yedim. Çayla da güzel oluyor!

Ayvalık tostunun özelliği nohut mayalı ekmekle yapılıyor olması, dolayısıyla bana çok yabancı bir lezzet değil.. Ama annemin ekmeğine göre tadı öyle farklıydı ki, başta pek inanmak istemedim. Sonradan sabah saatlerinde sokaklarda yürürken fırınlardan yükselen nohut mayası kokuları ikna etti beni. Evet, tost ekmeği özel, isterseniz fırınlardan paket halinde alıp buzluğa atarak tatil dönüşünde de kendinize kendi usulünüzce Ayvalık tostları yapmanız mümkün! Biz öyle yaptık. Tostla beslenmem mi demiştim? Eee, geçici bir dönemdi tabi... :)



Bu gördüğünüz de Girit leblebisi..
Çıkıverdi karşıma bir amcamın tezgahında. "Sakızlı mı yoksa!" dedim heyecanla ama değilmiş.. Leblebici amca yanındaki arkadaşına "eskiden nasıl olurdu bu leblebiler bilir misin?" diyordu, "bir de şimdikilere bak". O öyle dese bile ben aldım ufak bir paket. Akşam çayımın yanında atıştırdım bu is kokulu leblebilerden. İs kokulu her lezzete bayılanlardanım ben, sevdim Girit leblebisini, ama Bergama'nın sakızlı leblebisini anmadan da edemedim! Ne güzeldi onlar, sıcakken hele...

Uzun bir molanın ardından toparlanmak ne zormuş?
Paylaşmak istediğim daha o kadar çok şey var ki! Vakitler dar (şimdilik) ama sizleri daha fazla bekletmeyi de istemedim. Böyle bir "merhaba" umarım keyifli olmuştur. Yanıtlayamadığım yorumları da unutmadım! En kısa sürede hepsini yanıtlayacağım. Arayı fazla uzatmadan Cunda lezzetlerini de paylaşacağım...