0


Dünyanın bence en güzel meyvesi o...
Onun o güzelim yağına ekmek banıp yanında ot yemek zaten başlıbaşına bir terapi benim için...
O yüzden haftasonunu anlatmaya bu güzel fotoğrafla başlamak istedim!

Haftasonunda zeytinyağına ekmek bandım.. güneşle uyandım.. saçlarımı sabah güneşinde kuruttum.. sessizlikte doğayı içime çekerek yürüdüm.. hayvancıklar sevdim.. hamakta uyukladım.. dağ mantarı tattım.. güzel şaraplar içtim.. ve kendimi çok iyi hissettiğim, evimde gibi hissettiğim bir eve konuk oldum:)

Polonezköy'deydim haftasonu.
Cumartesi akşamından Pazar öğle saatlerine kadar sadece. O kıcacık zaman diliminde, İstanbul'a bu kadar yakın, ama uzak olduğunu zannettiğim o şirin köyde olmak gerçek bir terapiydi. Sessizlik, misler gibi bir hava, sonbaharın bütün renkleri, birbirinden güzel evler, sevimli pansiyonlar, kafeler.. Böyle bir yerde yaşamak istiyorum ben mesela! Kim istemez ama değil mi?


Canımı sıkan şeyler olmadı değil!
Mesela insanların doğal hayat özlemini cezalandırırcasına uçuk fiyatlar, kimi yerdeki özensiz servisler, ilgisizlikler can sıkıcıydı. Akşam yemeği için gittiğimiz küçük restoranda benim yiyebileceğim sadece salata ve peynir vardı! Sorduğum birkaç şeye "yok, kalmadı" yanıtlarını alınca zorlamadım. Yine de güzel şarabın (en favorilerimden öküzgözü&boğazkere) tadını çıkardım..

Ertesi gün sabahın köründe gözüme giren güneş uyandırdı beni!
En son ne zaman güneşle uyanmıştım bilmiyorum (Aydın'daki odama da güneş girmezdi ki?) Bir de kafamı çevirip aşağıdaki manzarayla karşılaşınca sevinçten deli oldum! Hemen kalkıp duşumu aldım, saçlarım ormana karşı sabah meditasyonu sırasında güneşte kurudular...


Kahvaltıdaki tek güzel şey menemendi, o da sahanda istememize rağmen porselen tabakta geldi ama olsun! Diğer kahvaltılıkları istemesek de olurmuş... Yeterince çay içtikten sonra yürüyüş yapma vakti geldi. Nefis havayı içimize çekerek yürürken gizli bir bahçeyi ve orada ağaçlara gerilmiş hamakları keşfettik! Başımın üstündeki ağaçlara ve aradan görünen süt gibi gökyüzüne bakıp gülümseyerek tembellik yaptım bir süre...


Yürüyüşe devam ederken "Arıcılık Müzesi" ile karşılaştık.. Hem Polonezköy balları, polen, arı sütü ve kremi gibi ürünleri satın almak, hem de arıcılık malzemelerinin sergilendiği küçük müzeyi gezmek mümkündü. Evde bol miktarda balım (hem Muğla, hem Giresun balı:) olduğu için açgözlülük yapmak istemedim ve sadece müzeyi gezdim. En ilginç şeylerden biri gerçek balmumlarıydı. Yakmaya kıyamaz insan:)

Temiz havadan mı bilmiyorum, bir süre sonra yine acıktık ve bu kez yöresel birşeyler yiyelim diye bakınırken Leonardo'yu keşfettik.. Çok geç keşfetmişiz! Orada yemek yenebilecek en güzel yermiş meğer..

Bugün Leonardo Cafe-Restaurant olan harika binanın ilk sahibi Leonardo Dohoda adlı bir Polonyalıymış. 110 yaşındaki tarihi bina, Türkiye-Polonya dostluğunun bir simgesi olarak 1993 yılında restore edildikten sonra restorana dönüşmüş.. Bahçesine girince kendinizi Alice harikalar diyarında masalında gibi hissedebilirsiniz. Hoş bir müzik eşliğinde, ıslak çimen kokuları arasında yürürken baştan çıkmanız için gerekli tüm koşullar mevcut, çünkü tatlı büfesi hemen girişte..


Çeşit çeşit tatlılar, pastalar, dilediğinizce soslayabileceğiniz profiteroller, parfeler, hatta fırında sıcak tutulan böğürtlenli tart gibi lezzetler sizi yolunuzdan hemen o an alıkoyabilir:) Her yerde bulunmayan turunç reçeli, incir ve taze ceviz tatlıları bile var..

Tatlılardan gözünüzü alabilirseniz ilerlemeye devam ediyor ve diğer lezzetlerle karşılaşıyorsunuz..

Yani ana yemekler, zeytinyağlılar, soğuk mezeler, salatalar, yöresel otlar ve onlara dökülmeyi bekleyen türlü çeşit soslar, aromalı yağlar, ekmekler, hamur işleri, türlü çeşit peynirler, zeytinler!


Sadece öğle yemeği yiyip gitmemiz gerektiği için bu zengin açık büfe bize çok fazlaydı. O yüzden sadece bir zeytinyağlı, bir de meze&ot tabağı almayı tercih ettik. Zeytinli minik ekmekler, anasonlu baget dilimleri, haşhaşlı ve kepekli top ekmekler o kadar iştah açıcıydı ki bence zaten başka birşeye gerek yoktu! Ama oraya gidip de dağ mantarı yemeden döneni dövüyorlarmış:))


İşte hayatımda yediğim en güzel mantar yemeği..
Tam adıyla "pol usulü taze otlu porçini dağ mantarı"..
Taze ot benim tercihimdi, bir de kremalı seçeneği vardı. Ama bu haliyle bile hafif bir yemek sayılamayacağı için iyi ki kremalı istememişim diye düşündüm. O güzel mantarlar tereyağında, taze sarımsak, soğan ve kara lahana ilavesiyle -ve tabi baharatlarla- sotelenmiş ve tadı damakta kalan bir lezzete dönüşmüş... Kültür mantarı ile aynı lezzeti alacağımı zannetmiyorum gerçi ama evde bol otlu bir mantar sote deneyeceğim elbette:)


Kapanışı meydandaki çay bahçesinde yaptıktan sonra İstanbul'a döndük. Ama zaten İstanbul'da değil miydik? Polonezköy işte böyle bir yanılsama yaratıyor insanda. Siz de benim gibi doğada zaman geçirmeden elektriğinizi atamıyorsanız bir haftasonu gidin. Yürüyün bol bol, derin nefesler alın, hava güzel olursa bir hamak keyfi mutlaka yapın, olmazsa da pekçok yerde şömine karşısında sıcak birşeyler içebilirsiniz. Evet malesef pahalı, ama ister "değer" deyin, ister giderken sırt çantanıza kendi yiyeceklerinizi koyun:) tercih sizin!

Gelelim Cumartesi günü konuk olduğum ve kendimi evimde hissettiğim eve.. Yani sevgili Burçak'ın ve annesinin güzel evine! Bazı yerlerde pozitif bir elektrik vardır hani, girer girmez kendinizi çok iyi hissedersiniz. İşte ben kendimi orada böyle hissediyorum ve çok mutlu oluyorum! Sevimli mutfaklarındaki rahat köşeye oturduk ve hazırladıkları nefis yiyecekleri yerken keyifle sohbet ettik..


Burçak benim için ayvalı kek ve pide pişirmişti. Tepsideki halini görmesem pidenin evde yapıldığına inanmayabilirdim:) O kadar güzeldi ki! Annesi de pidenin çok güzel eşlik ettiği soslu karnabahar (sunuma bayıldım özellikle) ve nefis bir sarımsaklı köfte hazırlamıştı. Bir vejetaryeni bayram ettirecek bir menüydü yani! Kapanışta da nefis bir tiramisu..

Ben de özel istek üzerine pekmezli kepekli kurabiye hazırladım onlar için:) Tarifleri yazmayı Burçak'a bırakacağım, özellikle sarımsaklı köfte için Burçak'ı ziyaret edin derim. Belki o güzel pideyi de yazar? Herşey için tekrar teşekkür ederim Burçakcığım!

Zeytinle başladım zeytinle bitireyim..
Git Dergisi'nin yeni sayısı çıktı. Bu sayıda hayat ağacının meyvesi zeytinden bahsettiğim ve evde zeytin yapımını anlattığım yazımı okuyabilirsiniz. Derginin önümüzdeki sayıdan itibaren büyük formatta olacağının müjdesini aldım, hemen sizlere de duyarayım. Böylece tezgah aralarında arayıp bulamamaktan kurtulacağız umarım ki! İstanbul'da yaşayanlar için bir not, dergi Beşiktaş'taki Kabalcı, Beyoğlu'ndaki Megavizyon gibi büyük kitabevlerinde rahatlıkla bulunabiliyor. Ayrıca büyük gazete bayilerine de sorabilirsiniz. Diğer kentlerde yaşayanlar da yine büyük kitapçılarda ve bayilerde bulabilirler. Yine de bulamayanlar bana e-mail atarlarsa yazımı yollayabilirim..

Yorum Gönder

 
Top