0



İstanbul'dan kalan tatları Ege'ye döndüğümde paylaşacağımı düşünmüştüm... Oysa yine İstanbul'dayım, üstelik bu kez konuk değilim!

Bulduğum ilk fırsatta siteyi güncellemek istedim. O kadar çok şey birikti ki... Bu birikim bir yandan iyi oldu, çünkü ne zaman tekrar mutfağa girmeye başlarım, henüz bilmiyorum. Bu arada da paylaşacağım pekçok tarifim var. Her ne kadar taşınma telaşında yeni fotoğraflarımı CD'ye aktarıp ofisteki bilgisayardan silerken bir kısmını tamamen yoketme becerisini göstermiş olsam da, kurtarabildiklerime seviniyorum (insanın bilgisayar canavarı bir kardeşinin olması bu durumlarda çok işe yarıyor!) Tabi bu arada pekçok güzel fotoğraf da gitti ama canımız sağolsun değil mi? Nasıl olsa artık buradayım:)

Ayvalık sonrası evde geçirdiğim bir hafta boyunca durmadan film izlemiştim. Üye olduğum film kiralama dükkanlarının ikisinde de izlemek istediğim film kalmamış, hatta marketlerin promosyon sepetlerinden "kurtardıklarımı" da izlemiş ve uzun süren filmsizlik döneminin acısını çıkarmıştım. Derken Yılmaz aradı ve "daha gelmeyecek misin abla? biz açız!" dedi:) Durur muyum? İstanbul'a ilk bilet böyle kesildi...


İstanbul'da olmak...
Yani zamanı yakalamaya çalışarak peşinden koşmak..
Yani bazen çok yorulmak..
Ama kimi anlarda kendini bir otobüs camından kentin siluetini hayranlıkla seyrederken yakalayıp "seviliyor bu kent işte, herşeye rağmen" demek!

O kadar hızlı geçti ki günler..
Yılmaz'ın Beyoğlu'ndaki evinden birkaç dakikada İstiklal'e inebilmek rüya gibiydi. Daha önceki gelişlerimde ancak birkaç saat kalabildiğim sevgili Pera'da artık istediğim kadar gezebilirdim. Gezdim de!

İlk günlerin heyecanıyla ne kadar kitapçı, pasaj, sahaf varsa hepsine girildi çıkıldı, her yer karıştırıldı, her şeye bakıldı! Sonra yavaş yavaş sakinleşildi, alışıldı..


Kadıköy'e ayırdığım bir günde, ne zamandır merak ettiğim Çiya Sofrası'na gittim. Düşlediğim kadar güzel ve ilginç yemekler vardı. Hepsini merak da etsem, sanırım o an çok aç olduğum için gözüm felafel ve humus ikilisinden başka birşeyi görmedi. Yaz sıcağına aldırmadan bu Çiya klasiklerini sipariş ettim. Benim yapmayı bir türlü beceremediğim felafel demek böyle birşeymiş! Bir de sıcak olsaydı kimbilir nasıl olurdu? Humus ise sade bir şekilde servis edilerek beni şaşırttı. Lezzetine diyecek yoktu ama benim humus tarifime gelen yorumları düşününce Çiya'dan epey süslü bir servis beklemiştim açıkçası:)

Fotoğraf makinemin pilleri bitmek için uygun zamanı buldu ve Çiya'da malesef sadece tek kare çekebildim.. Üzüldüm, çünkü yemek sonrası yediğimiz kabak tatlısını ve taze ceviz tatlısını görüntüleyemedim! Ama tahin + ceviz sosuyla servis edilen nefis kabak tatlısını sevgili Başak'ın Çiya'yı anlattığı yazısında görebilirsiniz. Kabak tatlısına zaten düşkün olan arkadaşım Çiya'ya ilk kez geldiği için epey hayıflansa da ben taze ceviz tatlısını daha çok sevdim. Kısacası biz de çoğunluk gibi Çiya'dan keyifli ayrıldık. Diğer lezzetlerini de bir gün tatmak umuduyla birlikte tabi...


İstanbul tatilinin en güzel gününü Asmalı Mescit'te geçirdim. Sevgili bir arkadaşımla birlikte güzel kahveler içtik, güzel sokaklarda yürüdük, güzel İstanbul'u çektik içimize... düş gibiydi! Cumbalı eski evler, dar sokaklar, yokuşlar, antikacılar, sahaflar, sokak kahveleri.. Çukurcuma'da, İskeçeli'nin Kahvesi'nde Türk kahvesi... Yanında buz gibi bir bardak su, içinde bir kaşık sakız reçeli!

Kumbaracı Yokuşu'nu inip Tijen ablamın bahsettiği Küçük Kurabiye Dükkanı'nı bile bulduk hatta. Adı gibi küçücük, sevimli bir dükkan! Kahveli, zencefilli, tarçınlı, kakaolu, fıstıklı kurabiyelerinden ikişer tane aldık kesekağıdında. Ben en çok üstlerine birer kahve çekirdeği batırılmış kahveli kurabiyeleri sevdim elbette:)

Yorgunluğun ve içilen onca kahvenin üzerine akşam saatlerinde "Zencefil" iyi geldi! Kazınan mideler için kimi zeytinyağına batırılan, kimine otlu tereyağı sürülen tahıllı ekmekler ve yanında salata.. Ama en güzeli hesapla birlikte getirdikleri minik kişnişli şekerlerdi. Onlardan Hacı Bekir'de de gördüm sonradan.

Sonraki günlerde Asmalı Mescit'teki Sokak Kahvesi'ne de sık sık uğradık. Yılmaz'ın arkadaşları çalışıyordu orada. Sonra bir gün hemen yanındaki restoranın "Şimdi" olduğunu farkettim. E farkedilir de uğranmaz mı? Annemin kesinlikle "pişmemiş bu" diyeceği kadar al dente (ama bence harika) makarnalarından yedim, üstüne de Darjeeling çayı içtim. Bahis konusu olacak olan da makarnadan çok çay zaten!

Tam da o sıralarda okumakta olduğum Çayın Kültür Tarihi'nde yazar Stephan Reimertz'in övgüyle bahsettiği, hatta dünyanın en iyisi dediği Darjeeling çayını menüde görünce heyecanlanmıştım. Hindistan'ın yüksek dağlarında yetiştirilen bu çayın tomurcukları özel olarak tek tek elle toplanıyormuş. Sadece 3-5 dakika süren demlenmenin ardından bakır rengini verince de bekletmeden hemen içmek gerekiyormuş. Çünkü yapraklar demlenmeye devam ederse özelliklerini yitiriyorlarmış.

Yazara göre iyi çay demlemenin en önemli kurallarından biri bu zaten: Demlenen çayın içinden çay yapraklarını hemen çıkartmak ve yeterli süreden daha fazla demlenmesine izin vermemek.. Ben bunu eve dönünce hemen uygulamaya başladım. Demlenen çayı süzerek hemen porselen demliğe aktarıyorum. Bu şekilde ilk bardaktan son bardağa kadar aynı lezzetini koruyor. Tabi ilk bardaktan sonraki bardakları gitgide daha fazla seven annem gibi demli çay tiryakileri için bu yöntem çok ideal olmayabilir:)

Sonuç olarak, ben Darjeeling çayıyla tanışmaktan mutluluk duydum ve kitabımın son sayfaları eşliğinde keyifle yudumladım. Lezzeti konusunda yorumum şudur ki ben bu mis kokulu çayı her gün ve her saat içebilirim!

Çaydan söz açılmışken, içtiğim bir başka güzel çay daha var bahsetmek istediğim...


Tijen abla ballandırarak anlatır da, Japon kafesi Bunka'ya gidilmez mi hiç?
Aranır, kolayca bulunur, kimseler yokken güzel fotoğraf çekilir ve nefis bir çay eşliğindeki yeşil çaylı profiterollerin tadı çıkarılır!

Profiteroller öyle hafifti ki.. Yumuşacık bir hamur, az şekerli bir dolgu kreması, üzerinde ne bir sos, ne bir fazla süs. Sadece pudra şekeri ve nane yaprakları. Bir gazetede Japonların hep böyle hafif tatlılar tercih ettiklerini okumuştum. Ama bir profiterolün bu kadar hafif olabileceğini düşünmemiştim!

Çayın Japon kültüründeki yeri malum.. Kulpsuz fincanlarda servis ediliyor ve iki elle kavranarak içiliyor. Yanında servis edilen iki renkli kıtır kurabiyeler de yeşil çaylıydı sanırım ve çok lezizlerdi. Bir de demliğin kapağını kaldırınca şu görüntüye bakar mısınız lütfen?

Kokusunu alabildiniz mi bilmem ama ben bu fotoğrafa baktıkça o şekerli kokuyu duyabiliyorum.

İstanbul'daki tatil sabahlarında genellikle dışarıda yaptım kahvaltılarımı. Zira ev halkı çoğunlukla benim uyandığım saatlerden birkaç saat önce uyumuş oluyordu:) Bu sayede daha önce blog komşularımdan dinlerken ya da sevdiğim köşelerden okurken içimi çektiğim pekçok lezzetle tanışma şansını yakaladım. Bulgar'ın kaymaklı kahvaltısı, Kızılkayalar'ın tostları, Lades'in menemeni, Saray Muhallebicisi'nin sahanda yumurtası ve menemeni, Sütiş'in su böreği ve kaymaklı kahvaltısı yakalayabildiğim lezzetlerdi.

Bulgar'ın mı Sütiş'in mi derseniz, yarı fiyatına Sütiş'in daha bol porsiyonlu kaymaklı kahvaltısı derim. Yukarıdaki gibi işte, lezzetse aynı lezzet! Menemenler de iyiydi güzeldi ama yumurtaların menemene iyice karıştırılması şart mıdır bilemedim? Ben annemden gördüğüm usulde, yumurtaları kırıp bir-iki kaşık darbesiyle azıcık dağıtır, kapağını kapatırım. Hem görüntü de şahane olur o zaman.. neyse!

Kahvaltılarımın ardından çoğu kez günün gazetesini okumak üzere kahve dükkanlarından birine ya da kitapçı kahvelerine gidiyordum. Türlü çeşit kahve denedim elbette:) Siz de kitapçı kahvelerini seviyorsanız Mephisto'da mola verdiğinizde kakaolu, sütlü, bol köpüklü özel kahvesini deneyin derim. Hem İstiklal'de içebileceğiniz en hesaplı kahveleri de onlar yapıyorlar, benden söylemesi!

Bu arada sevgili blog dostlarımdan Burçak ve Burcu'yla tanışma şansım da oldu! Burçak beni annesiyle paylaştıkları şirin evlerine konuk ederek hem şahane çay sofrası hem de tatlı sohbetiyle mutlu etti. Fotoğrafları ona yolladığım için Burçak'ın yaptıklarını onun sayfasında görmeniz mümkün.. Burcu'yla ise telaşlı koşuşturmaların arasında kısacık bir buluşma ayarlayabildik. Hiç yetmedi ama en kısa zamanda tekrar buluşup kahve içmeye söz verdik. Burcu'nun beni götürdüğü Limonlu Bahçe, Galatasaray'ın biraz aşağısında çok sevimli bir yerdi. Minderlere kurulup sohbet ederken o cheesecake ve limonatasının tadını çıkardı, ben de cevizli ve peynirli, bol nar ekşili salatamın.. (ama bir fotoğraf çekmek ikimizin de aklına gelmedi değil mi Burcucum?)

Ve ah.. Gezi Pastanesi!

Çikolata krizi gününüzde gidip çikolatalı pasta yiyin orada.. Böyle bir sacher yiyin mesela, kayısılı. İlaç gibi gelecek! Bana öyle geldi:) Türkmenciğimin "serum gibi" dediği cinsten bir lezzet bombası.. O yoğun çikolatalı dilimi afiyetle yemekle kalmadım, espressonun yanındaki minik bitter çikolatayı bile yedim üstüne. En üstteki iki fotoğraf da o lezzetli anlara ait işte.. Çıkarken kasanın yanında duran selanik gevreklerinden de aldım bir paket. Bol fıstıklı gevrekler gerçekten çok özel, hani hep evde bulundurmak isteyeceğiniz, ama fazla dayanmayacak türden. Nitekim benimkiler de birer ikişer derken fazla dayanamadılar:)

Eminönü de ziyaret edildi elbette. Ama Pazar günü gidebildiğimiz için Mısır Çarşısı'nı gezemedik. Biraz sokakları arşınlayıp, Galata köprüsü altında bir kahve içip geri döndük. Olsun, artık vakit çok:) Kısacık gezimizde en azından Darjeeling çayını orada bulabileceğimizi öğrendik ve tesadüfen Antep kahkesine rastladık. Bunlar da kısa günün karıydı işte! Kahkeler bana fazla yağlı gibi geldiyse de Yılmaz bayıldı. Ona kek çörek vs. olsun zaten! Satıcının dediğine göre hafta içi gelseymişiz daha çok çeşit olurmuş. Bir de bu kahkeler 1 ay dayanıyormuş. Bizim aldıklarımız 1 gün dayandı o başka:)

Kitap alışverişini son ve hüzünlü günlere bırakmıştım. Kafa karışıklığı günlerine demeliyim belki de! Bu kışı da küçük kentte geçirebilirim düşüncesiyle sahafları talan ettim. İşte bu kitap dağı da ele geçirilenler! Hüznü dağıtmanın en iyi yolu kitap almak ve sonra kendinize kahve ve tatlı ısmarlamaktır. Öyle yaptım. Ama hüzün dağılmadı. Tekrar İstanbul'a dönmeye karar verdiğim o tuhaf akşama kadar da içimde oturdu kaldı...

Ve işte buradayım.
Düşistanbul'da.
Bu ilk zamanlarda henüz düş görmüyorum tabi, daha valizlerimi bile boşaltmadım ki? Yapılacak çok şey var, hem de çok.. Olsun! Yavaş yavaş herşeyi yoluna koyacağım elbette. Ne zamandır gezemediğim blog komşularımı ziyaret edeceğim, maillerimi temizleyeceğim vee.. biriken tarifler de yavaş yavaş gelecek.

.. Eylül'ü ne kadar sevdiğimi daha önce söylemiş miydim?

Yorum Gönder

 
Top