Ayvalık'a biraz da düşünmek için gitmiştim oysa...
Ama Cunda aklımı başımdan aldı! Anımsadığımdan da güzeldi...
Şirin adacığa ayak basar basmaz önce Taş Kahve'de nefis bir Türk kahvesi içtim, sonra sokakları adımlamaya başladım.. Yürüdüm.. yürüdüm.. yürüdüm...
Otantik takı ve giysiler, birbirinden ilginç objeler, süslü kumaş ve örtüler satılan standların, dükkanların arasında gezindim. Şile bezinden elbiseler, Buldan kumaşından örtüler satan yaşlı bir amcanın ısmarladığı çayı içerken, eski Cunda üzerine sohbet ettim onunla.. Aslen İstanbullu olduğunu söyleyen amca Cunda'ya öyle bağlanmıştı ki İstanbul'u düşünmek bile istemiyordu. Hatta Ayvalık'ta bile yaşayamayacağını söylediğinde şaşırdım. Cunda'ya öyle sevdalıydı ki!
Tekneler geliyordu iskeleye durmadan..
Teknelerden meraklı bakışları, kimi çekingen kimi heyecanlı tavırlarıyla gezginler iniyordu. Turist demek istemedim onlara. Böyle bir yere geldiklerine göre tatların, kokuların, lezzetlerin peşinde olmalılar!
Sahil boyunca sıralanmıştı kafeler, dondurmacılar, lokmacılar ve elbette lokantalar.. Hepsi de davetkar! Ama orada bir akşam yemeği yemeyi annemin geleceği güne erteledim. O keyif yalnız yaşanmazdı ki?
Küçük bir mola verdiğimde düştü aklıma Ada lokması. Yiyeyim.. yok yok yemeyeyim.. kararsızlığım uzun sürmedi:) Minicik çıtır lokmalar öyle dayanılmaz görünüyordu ki! En küçük boy kaseden söyledim ve bir ağaç altına oturdum. Üzerine tarçın, hindistan cevizi ve susam ister miyim? Evet, hepsinden isterim! Sadece tarçın bile yeterli olabilirmiş aslında. En son ne zaman yemiştim kimbilir "ballı lokma tatlısı"? O mini mini lokmaları bir çırpıda yiyiverdim!
Ruhum güneşin altında esneyen zamana uyum sağlamış, uzun uzun tadını çıkarıyordu bu sonlu saatlerin. Tam olmak istediği yerde, olmak istediği zamanda. Ağır ağır, serum damlaları gibi akan zamanın damarlarıma doldurduğu esriklik, o ılınma, gevşeme halleri nasıl da güzeldi! Soğuk kış günlerinde burnumu atkıma saklayıp parmak uçlarıma hohlarken, refleks halinde omuzlarımı kasarken anımsamak üzere o anları cebime attım.
Ve, "mutluluk şu andan başka bir yerde değil.." diye fısıldadım kendime.
Cunda'ya ikinci ziyareti annemle yaptık.
Sokakları birlikte adımlayıp kedili sokağın kedilerini sevdikten sonra gün batımında deniz kıyısı lokantalarından birine oturduk. Anneme Ayvalık klasiği papalina, bana da (yani ikimize de)kabak çiçeği dolması, fava ve istifno... Tümü benim bildiğim ama annemin de tatmasını istediğim lezzetlerdi. Kocaman bir tabak da salata.. Yeter de artar! Ben bir kadeh de şarap alabilir miyim annem annem? E hadi al bakalım.. :)
Tümü de güzeldi ama ben en fazla ekmeğe sürmelik kıvamdaki favaya bayıldım. Annemse kabak çiçeği dolmasını ilginç buldu, hatta bizim pazarlarımıza da sabahın erken saatlerinde kabak çiçeği geldiğini, ama dolma yapıldığını bilmediğinden hiç almadığını itiraf etti. Eh annem, tariften kolay ne var, bulurum ben sana. Tijen ablam var ya! Tamamdır, denenecektir:)
Benim Cundam böyleydi işte..
"Eninde sonunda buralı olacaksın" diye bir altyazı geçti kafamdan, dönüş yolunda.
Eninde sonunda, ama hemen değil...
Ayvalık dönüşü evde geçirdiğim kısa bir zamanın ardından bu kez İstanbul yollarına düştüm. İstanbul uzun süredir görüşülemeyen dostlar, özlenen keyifler ve merak edilen lezzetlerle önce mutlu etti beni, sonra da kafamı fena karıştırdı! İstanbul'dan kalanları da bir sonraki yazıda paylaşayım.
Bu arada yeni bir Eylül daha geliyor. Yeni bir sonbaharın kapısı aralanıyor demek...
Ben yarın gece yolda olacağım ve küçük kentime dönerken kocaman bir dilek tutacağım.
Eylül hoşgelsin diye...
... ve hayat gitmesi gereken yöne giderken gülümseyebileyim diye.
Yorum Gönder