0

Perşembe sabahı erken uyandığıma ancak Ayvalık’taysam sevinebilirdim..
Perşembe günü pazar kurulur çünkü..
Ve pazara erkenden gitmek gerekir.
Hem iğne atılsa yere düşmez kalabalıkta kalmamak için, hem de bastıran sıcağa yakalanmamak için..

O gün saat sabahın dokuzu bile değildi ve ben hem aç hem de cin gibi uyanıktım. Sevgilimse günü kaçırmak pahasına, öğleye dek uyumayı tercih edenlerdendir. Eh ne yapayım, hemen Güler’e gidip bir gün önceden sipariş ettiğim sıcacık lorlu böreğimi aldım ve meydandaki ilk çay bahçesine oturup kitabımı okuyarak kahvaltımı ettim. Sonra da pazarı gezmek üzere ara sokaklara daldım.

Her zamanki gibi ne arasanız vardı, hele sebze-meyve çeşitliliği ve zenginliği, bir büyükkentli için bakmaya doyulamayacak cinstendi. Kilosu 50 kuruşa tarla domatesleri mi istersiniz, devasa boylarda pembe domatesler mi? Yoksa envai çeşit ot, salkımlar dolusu üzümler, tam mevsimi olan tezgahlar dolusu börülceler, fasulyeler mi? Henüz dönüşümüze vakit olduğu için bir şey almayacaktım ama deniz börülcelerine de içim gidiyordu.. Sonunda bir amcaya sordum, yola dayanır mı diye. Bişeycik olmaz amcam, duzludur bu, hiç bozulmaz dedi:) İyi ki de sözünü dinleyip almışım, İstanbul’a dönünce keyifle yediğimiz bir tabak Ayvalık lezzetimiz oldu soframızda..


Pazar tezgahlarında en bol ne vardı dersiniz?
Çam fıstığı!

Ayvalık’ta Kozak fıstığı denen, çoğu kişinin dolmalık fıstık, bizimse künar dediğimiz bu leziz şeylerin tam mevsimiydi demek ki. Biz dolmaya filan koymayız, benim onunla ilk hatıram babaanne ya da anneannelerimizin yaptığı şerbetlerin üstüne koymalarıdır. O kokulu şerbet bardaklarını hiç unutmam, artık yapan da kalmadı galiba. Benim mutfağımdaysa en çok makarnalarda kullanılır, bir de irmik helvasında tabi.. Marketlerde satılanların fiyatlarını bilirsiniz, pazarda ise kilosu 30-40 lira civarındaydı. Öyle olunca, bir de yerindeyken bir poşet dolusu almamak olmazdı. Öyle yaptım.


Zeytinyağlı yemek meselesi var bir de tabii..
Hangi lokantaya girseniz zeytinyağlı ev yemeği bulabileceğiniz bir memlekette olunca, bir de benim gibi vejetaryenseniz cennettesiniz demektir. Boşuna bu kadar sevmiyorum Ayvalık’ı.. Aşçı Mehmet’in Yeri var benim en sevdiğim, Çorbacı Mehmet Usta diye de biliniyor, balık çorbasıyla meşhur aslında. Benim içinse daima lezzetli börülce ve kabak çiçeği dolması bulunan bir yer. Çiçek dolmasını meze olarak değil de bol yoğurtla yemeyi sevdiğim için iştahımı oraya saklamıştım. Yanında mis gibi bir börülce salatasıyla (deniz börülcesinden ayırt etmek için olsa gerek, bahçe börülcesi diyorlar) şahane bir yemek oldu benim için. Mehmet Ustanın dükkanı meydandaki çay bahçelerine çok yakın, hemen oradaki ilk ara sokaktan girin, göreceksiniz.


İkimiz de deniz-kum-güneş tatilcilerinden değiliz, ama şöyle bir serinlemek, kış boyu güneş görmemiş bedeni az biraz ısıtmak (asla yakmak değil!), Ege sularında biraz yüzmek isteriz. Ne yapılacaktı, bu yıl asla Sarımsaklı’ya gidilip de plajlardaki disko müzik tacizine maruz kalınmayacaktı! Sessiz, sakin bir yer aranacaktı yüzmek için. Servet abiye sorduğumuzda bize Çataltepe’yi önerdi ancak geç kalmış olmalıyız ki gittiğimizde gölgesine sığınmak için bir şemsiye bile bulamadık. Denizi güzelmiş, siz giderseniz aklınızda olsun erken gidin.

Öyle olunca, giderken önünden geçtiğimiz Lale adası (eski adıyla Soğan adası) girişindeki mavi bayraklı belediye plajında indik ve soğukluğuyla meşhur sulara bıraktık kendimizi. Bana göre soğuk değil serindi sadece. Balıklarla birlikte yüzdüğümüz bu temiz suları sevsek de, bir sonraki sefere methini yeni duyduğumuz Badavut’a gideceğiz yüzmeye…


Gümrük meydanındaki Ayvalık Palas Oteli altında bir antikacılar çarşısı var, görmek gerek.. Aynalar, eski porselenler, gaz lambaları, hatta dantel perdeler.. Nasıl da güzeller.. Hepsine dokunmak, alıp evinize götürmek, evin en güzel köşesine koymak istiyorsunuz. Giderseniz gezin, bir şey almanız şart değil. Nazik dükkan sahipleriyle sohbet etmek keyifli, sadece bakınmak isterseniz de sizi kendi halinize bırakıyorlar. Böylece herşeye dokunabiliyor, eski zamanları hayal edebiliyor, o zarif eşyaları tutan zarif elleri düşünebiliyorsunuz..


Geçen gezilerden birinde ara sokaklarda Asmalı Bahçe’yi keşfetmiş, şahane lorlu gözleme yemiş ve yazmıştım. Bahçenin sahibi Serdar Bey'den gelen teşekkür ve davet maili üzerine tekrar gittik bu sene. Bu sevimli aile evi bahçesinde ev yapımı limonata eşliğinde ben gözleme yerken, fırından yeni çıkmış sakızlı kurabiyelerinden de ikram ettiler. Teyzemin kendi formülü ile yaptığı sakızlı kurabiyesini yurtdışından sipariş edenler bile oluyormuş. Satış yaptığını öğrenince tarifini isteyemedim tabi:) Kendilerine bir kez daha teşekkür ediyorum, sıcacık ilgileri ve ikramları için. İyi ki böyle insanlar var, biraz da onlar sayesinde seviyoruz Ayvalık’ı...


Bir akşam da o güzel insanlardan ikisinin, Servet ve Kadir abilerimizin davetiyle, Kötü Mehmet’in yerinde, şahane bir rakı sofrasına oturduk deniz kenarında.. Çoğu yerde papalina yerine başka ufak balıklar satıldığını duyduğum için şurada ye diyememiştim hiç sevgilime. Servet abi gerçek bir Ayvalıklı olarak ben kardeşime papalinanın hasını yedireceğim! dedi ve dediğini de yaptı. Sadece papalina değil, kalamar ve sardalye de vardı masada. Bal gibi bir kavun, güzel bir beyaz peynir yanında, benim için de yaprak sarması, patlıcan salatası ve taratordan oluşan şahane bir tabak hazırlatmıştı.


Ömür boyu unutmayacağımız bir akşamdı, hele de kış günleri aklımıza geldikçe burnumuzun direğini sızlatacak cinsten..

Güneş batarken bir kez daha emin olduk burada yaşlanmak istediğimize. Daha çok gezeceğiz, dolaşacağız belki ama dönüp geleceğimiz yer burası olacak.. Bu taş sokaklarda, bu eski evlerden birinde, bu deniz kıyıcığında yaşamak istiyoruz hayatımızın son demlerini… Galiba en büyük ortak düşümüz bu, nice düşlerimizin arasında gittikçe büyüyen…

Yorum Gönder

 
Top