0

... festivale daldım, kendimi unutana kadar film izliyorum.. bazen bir filmin ortasında uyurken, bazen sonunda ağlarken ya da alkışlarken buluyorum kendimi.. bu aralar mutfak bana uzak, ben mutfağa uzağım.. biraz bu yüzden, biraz dergiyi bulamayan çoğunlukla paylaşabilmek adına, Git'in son sayısında yayınlanan yazımdır...


Şehr-i İstanbul’a taşınırken en büyük kaygılarımdan biri; Ege toprağının, havasının ve suyunun armağanları olan doğal, sağlıklı ve lezzetli besinlere alışmış olan bünyemin büyük kente nasıl ayak uyduracağıydı. Şaşıracak, üzülecek, özleyecekti o güzel otları, sebzeleri, mis kokulu meyveleri… Yapılacak iki şey vardı. Ne yapalım, böyle de bir bedel istiyor güzel İstanbul deyip geçmek, herkes gibi süpermarketlerin manav reyonlarından cilalanmış elma, kokmayan portakal, etiketlenmiş muz, fazla gelişmiş ve parlak renkli, ama tatsız tuzsuz bilimum sebze-meyve satın alıp yemek, ya da elimden geldiği kadarıyla burada da doğal beslenmenin çarelerini aramaya başlamak..

Elbette ikincisini yaptım!

Doğal gıda arayışları…

Çare yok değildi, vardı. İlk çare elbette “memleketten” taşınanlar, gönderilenler oldu. Bidonlarla sızma zeytinyağı, ev yapımı zeytin, köy tereyağı, karacotlu peynir, bahçe mandalinaları, hatta köy yumurtaları.. Hatta ve hatta, sipariş ettiğim Buldan işi perdelerin geldiği koliden, annemin haşlayıp paketleyerek araya sıkıştırdığı turpotu bile çıktı diyeyim de durumun vehametini anlayın. Son gidişimde de dönüşte koca bir bağ arapsaçı getirdim iyi mi? İyi tabi, nereden bulacağım ki burada en sevdiğim otu?


Başka çareler de vardı sonra, büyük semtlerin geniş caddelerine, çarşı içlerine serpiştirilmiş o şekerci dükkanlarına benzeyen cıvıl cıvıl ekolojik dükkanlar mesela… Beyoğlu’ndaki Ambar ve Beşiktaş’taki Kırkambar favorilerim olsa da tümünü sever, ufak bir şey almaya ya da sadece bakınmaya bile girsem kendimi kaybederim. Her zaman bir şey almasam da severim o dükkanların baharatlı havasını koklamayı, raflara sıralanmış ufak tefek kavanozları seyretmeyi, yeni bir şeyler keşfetmeyi. Gerçi bu kavanozların ufak boylarına, paketlerin düşük gramajlarına rağmen çoğu kez üzerlerindeki fiyat etiketleri normalin üzerindedir, ama doğal ve lezzetli gıdalar yemek istediğim için yine de alışverişimi yaparım. Keşke daha ucuz olabilse, keşke herkes alabilse diye düşünmeden de edemem..

İşte İstanbul’da ekolojik bir pazar yeri kurulacağını ilk duyduğumda bu yüzden sevinmiş ve o zamanlar burada olmadığım için biraz da kıskanmıştım! Tamam, Ege’de yaşıyordum ama yaşadığım kent hızla büyüyor, süpermarketler yaygınlaşıyor, alışveriş merkezleri inşa ediliyor, bizim bile doğal yiyeceklere ulaşabilme şansımız gitgide azalıyordu. Sevinmiştim, çünkü ekolojik pazar belediyenin ve bazı kuruluşların desteğinden yararlanacağı için nispeten ucuz olacaktı. İnsanlar doğal ürün dükkanlarından alamadıkları paketleri daha uygun fiyatlarla filelerine atabilecek, en önemlisi marketlerin kapısından bile girmeyen mis kokulu ve lezzetli mevsim meyvelerini, sebzelerini burada bulabileceklerdi. Ve tabi proje başarılı olursa örnek oluşturacak, diğer kentlerde de benzeri pazarlar kurulacaktı.

İstanbul’a yerleşince yaşayacağım semtin Şişli olmasına çok sevindiysem en büyük nedenlerinden biri de işte bu pazar yerine çok yakın oluşumdu. Haftalık pazar alışverişimi yapabilecek kadar yakın!

%100 ekolojik pazar yeri

Şişli Belediyesi’nin ve Buğday Derneği’nin ortak projesi olarak başlayan %100 ekolojik pazar yeri, Milupa ve Pınar’ın desteği ve bazı basın kuruluşlarının sponsorluğu ile geçtiğimiz Haziran ayından beri her Cumartesi Şişli Feriköy’de kuruluyor. Benim İstanbul’a gelişim ise daha yeni bir tarih... Gerçi pazarı ziyaret etmekte yine de geç kaldım, her haftasonu gitmeye niyetlendiysem de bir engel çıktı. Ama ne kadar yakınında oturduğum düşünülürse daha fazla bahanem olmamalıydı! Nihayet bir Cumartesi günü vakit öğle olmadan pazar yerine gitmek üzere yola çıktım. Çok keyifli olacağa benziyordu, zira yanımda sevgili ablam Tijen İnaltong da vardı.

“Çarşıdan aldım bir tane eve geldim bin tane”

Gerçekten de çok keyifli oldu.
Pazar yeri tahmin ettiğim kadardı, ne çok geniş ne de çok küçük.. Standların çoğu kurulmuş, müşteriler pazar arabalarıyla, fileleriyle gezmeye başlamışlardı bile. Biraz daha erken gelinebilir diye düşündüm, ama o kadar yakında olmamıza rağmen biz bile ilk seferde pazar yerini bulmakta zorlanınca, uzak semtlerden gelmek isteyenlerin ne kadar zorlanacaklarını düşünmeden edemedim. Sanırım pek çok kişinin de ortak şikayeti buydu, pazarın kolay bulunur bir yerde olmaması ve belediye servisinin çok kısıtlı bir güzergahta işlemesi.. Zamanla bu sorunun çözülmesini ummaktan başka yapılacak birşey yok gibi... Ancak özellikle Şişli çevresinde oturanlar, hele de doğal yiyeceklerin özlemi içindelerse Cumartesi günleri bir-iki saat bile olsa zaman ayırıp pazarı mutlaka ziyaret etmeliler diye düşünüyorum. Ben her hafta gelmeye çalışacağım artık. Dönüşte belediyenin servisiyle evime yakın bir noktada inebileceğim için kendimi şanslı sayıyorum doğrusu.

Bu ilk ziyaretimde elimde fotoğraf makinem ve not defterimle, alışverişten ziyade izlenimlerimi yazmak için pazardaydım. Ama annemin “aç değilim diyenden korkacaksın” deyişini haklı çıkaracak şekilde, pazardan elim kolu dolu ayrıldım. Bir de “alışverişe” gelseydim ne olurdu kimbilir? Merak edenler, gidemeyenler, gidecek olanlar için işte buyrun, ekolojik pazarın renkleri!

Hadi pazara gidelim!

Pazar yerindeki rengarenk standları tek tek incelemeye başladığımda ilk dikkatimi çeken, fiyat etiketlerinin üzerine yazılmış yöre adları oldu. Pazardan ne alırsanız alın, nereden geldiğini biliyorsunuz. Dahası, getiren üreticiyle ayaküstü sohbet ediyor, bazen çok hoş öyküler dinliyor, kimi ürünleri almadan önce tadabiliyorsunuz. Fiyatlar da manavlarda alışkın olduğunuzdan çok daha yüksek sayılmaz. Hele de bu sebze ve meyvelerin ilaçsız, hormonsuz, gerçek lezzette oldukları düşünülürse…

Ben de bir yandan fotoğraf çekerken bir yandan üreticilerle sohbet etmeye (ve farkında olmadan alışveriş yapmaya da!) başladım. Çantama ilk attıklarım makarna paketleri oldu. Benim gibi makarnayı çok sevenler ekolojik makarnaların ne kadar lezzetli olduklarını çoktan keşfetmiş olmalılar. Marketten aldığım son “kepekli” makarna lezzetsiz çıktığı için bu ekolojik paketlerden stok yapar gibi 3-4 tane birden attım çantama. Zeytinyağıyla yapılmış, yulaflı, çavdarlı leziz galetalardan aldım sonra bir paket. Bir de güzel köy ekmeği bulsam çok sevinecektim ya, ancak birkaç tane bulunabilen güzel ekmekler için sabahın çok daha erken saatinde gelmek gerekiyormuş. Ama dileyen, pazarda bulunabilen tam buğday unlarından alıp kendi ekmeğini de yapabilir tabi…


Pazarda en bol olan meyve elmaydı benim gittiğim hafta. Ufacık tefecik, biçimsiz, kiminin kurtlu olduğuna bakmamak lazım! Tadları öyle güzel ki.. Hem kurtlu olmaları da doğallıklarının işareti zaten. O minik yaratıklar bilirler çünkü, ilaçlanmışlara gitmezler. Bir üretici “elmalarım mahvoldu bu sene” diyordu kurtlardan şikayet ederken, ama yine de “herkes gibi” yapmayı tercih etmemiş, organik tarımda direnmişti. Zaten bu yolda giden toprak insanlarının ortak kararıydı bu direniş.. Ne kadar zor olsa, ne kadar kayıplar verilse, hatta bazen zarar edilse de, insan sağlığına zararlı hiçbir şey kullanmadan, doğaya zarar vermeden üretim yapmayı sürdürmek.

Çantaya atılanlar…

Tezgahlara bakınırken tazecik kerevizler gördüm, baktım önlerindeki kartta Kuşadası yazıyor, sevinerek aldım son kalan yarım kiloyu. İstanbul’da bulunmaz öylesi, bilinmez de.. Ufacık kafası olan, dallı yapraklı kerevizlerdi bunlar! Ege’de böyle pişirilir kereviz, dalıyla yaprağıyla... Aynı anda kerevizlere bakan iki kadın “aaa pişmez bunlar, kafası yok!” deyince güldüm. Öyle tazeydi ki kerevizler, Ege’de kurulmuş bir pazar olsaydı bu, biz üç kadın çekişebilirdik bile daha önce davranıp satın almak için. Merak ettiklerini görünce anlattım onlara nasıl pişirdiğimi, şaşıp kaldılar.

Ufacık brüksel lahanaları görünce onlardan da aldım. Manavda son gördüğüm brüksel lahanaları neredeyse mandalina kadar büyü(tül)müştü, bunlarsa bilye kadardı! Onları Tijen ablamın tarifiyle, kestaneli pişirmeye karar verdim. Sonra körpecik brokoliler vardı, hem de öyle çoklardı ki.. Hadi onların da hatırı kalmasın diye yarım kilo kadar aldım, sotesini yapar yerim niyetiyle.. Ve otlar tabi… İstanbul’da bulunacağını düşünemeyeceğim taze kekikler, dalgan (ısırgan)lar, turpotları.. Ebegümeci bile buldum bir tezgahta! Karacabey’den geliyormuş, “dağlardan topladık” diyordu satan kadın, "topladığımız yeri bir görseydiniz!" Belliydi zaten, öyle körpeydi ki bu çok sevdiğim ot, tezgahta kalanların hepsini aldım. “Alıcı çıkmadı mı?” dedim, “bilenler biliyor, aldılar, çoktu sabahtan” dedi. İyi ki de hepsini almışım diye düşündüm sonradan, tüm otlar gibi pişince azıcık kaldılar çünkü.



Fethiye’den gelen mis kokulu mandalinalardan tattım, limonlardan attım çantama birkaç tane. Tijen ablam da avokado aldı aynı tezgahtan, bir bana bir kendine. Hiç tatmamıştım bu güzel meyveyi, birkaç gün oda ısısında olgunlaşmasını bekleyip roka salatasına koyunca gayet güzel oldu. Kahvaltılık ezme de yaparlarmış avokadodan, ekmeğe sürmelik. Bir dahaki sefere onu da deneyeceğim.

Ufak paketlerde organik bakliyatlar, tahıllar bulmak da mümkün pazarda. Dolabımda epey zaman idare edecek kadar bakliyatım olduğu için onlardan almadım ama o güzel bulgurlarla, mercimeklerle, tam pirinçlerle yapılan pilavların, çorbaların tadına doyum olmadığını söyleyebilirim!

Güzel köy peynirlerinin, zeytinlerin yanında zeytinyağları da vardı; üreticileriyle konuştuk, ekmek bandık çoğuna. Bunlardan biri olan Yazganoğlu Tarım, birkaç ay öncesine kadar yaşadığım yerden, Aydın Umurlu’dan geliyordu pazara, o yüzden en çok ilgimi çeken onlar oldu. Aslında üretimlerinin tamamını ihraç ediyorlarmış, ama “Ecoliva” markasıyla pazara katkıda bulunmak istemişler, çok da iyi etmişler. Evimde hala -bence sezonun en güzelleri- kırma zeytinlerim olduğundan zeytin almadım. Ama artık Aydın’da da yetiştirilen siyah Gemlik tipi zeytinlerden tattım, lezizdi gerçekten. Diğer yandan zeytinlerin hemen yanında duran ballardan da gözümü alamıyordum! Neler yoktu ki? Yayla balı, Marmaris çam balı, Datça kekik balı, Kastamonu-Kütahya yöresinden ıhlamur balı, arıların yılın ilk çiçeklerinden topladıkları bahar balı, akasya balı… Tümünden de tadınca kafam hayli karıştı doğrusu, hepsi birbirinden güzeldi çünkü, ama satıcının “bu son nokta” deyip gülümseyerek uzattığı çubuktaki akasya balının sanki çok daha özel bir lezzeti vardı.


Pazarın diğer renkleri

Timur Danış ve Yunus da pazardaydı; Git standı, dergiler, kitaplar ve bir küçük tüp üzerinde kaynayan kazanla elbette! “Ne bulursan at içine” yöntemiyle yapılan sebze çorbası güzel kokuyordu doğrusu, ben henüz acıkmamıştım ama Yunus tabağındaki çorbaya iştahla ekmek doğruyordu. Bu arada acıkmış olanlara pazarda seçenek çok; mesela büfede organik sebzelerle yapılan çorba, kadınların tam un ve zeytinyağıyla açtıkları ve hemen orada sac üstünde pişirdikleri otlu gözlemeler, mercimek köfteleri, Kilis’in müceddere pilavı gibi.. Üstüne de yine büfeden bir bardak çay içerseniz keyfiniz tamamlanmış olur. Çaylar ucuz, bardağı 50 kuruş. İstanbul’da bu fiyata, hem de organik çay nasıl olur diye sordum tabi. Belediye büfeden kira almıyormuş meğer...

Organik pamuktan üretilmiş yumuşacık eşorfman takımları, bebek giysileri de vardı pazarda, meraklısına... Meraktan ziyade, özellikle alerjik ve hassas bünyeler için kurtarıcı olabilirler diye düşündüm. Bunların dışında çeşitli dergiler, kitaplar, ekolojik yayınlar da bulabiliyorsunuz. Sonuçta fazla bir şey almasanız bile pazar yeri şenlikli, görülmeye değer. En önemlisi, üreticilerin bu güzel çabaları desteklenmeli, az da olsa katkıda bulunulmalı, öyküleri dinlenmeli… Çünkü onlar paylaşmak istiyorlar.


Hem pişirdim, hem düşündüm!

Pazarın ertesi günü, akşam yemeği için ebegümecini pişirdim annemin tarifiyle. Bir sonraki akşam da kerevizi. Yanında güzel bir nohut yemeğimiz, bir de tam pirinçten pilavımız vardı, üstüne de yine pazardan alınmış balkabağından tatlımız! İnsan bedenine böyle güzel yiyecekler aldığında, kendine ve doğaya yaptığı iyiliği düşünüp daha bir mutlu oluyor sanki… En azından ben öyleyim!

Organik tarım desteklenip yaygınlaştıkça, insanlar yiyecekleri her şeyin doğal lezzetleriyle sofralarına gelmesini istedikçe böyle güzel projeler de çoğalacak, pazar yerleri büyüyüp yaygınlaşacak diye umut ediyorum. Çünkü artık sadece büyük kentler değil, küçük yerleşimlerde yaşayanlar da tehdit altında. Sebzelerin, meyvelerin eski lezzetlerinin olmadığı yıllardır söylenir durur, ama artık buna gıdaların genetiğiyle oynamalar, kış ortasında çilek, patlıcan, domates yemek isteyenlere özel (!) geliştirilen hormonlar, kimyasallar, “doğala özdeş” çeşit çeşit aromalar, parlak cilalar, boyalar da eklenmiş durumda.. Ninelerimizin, dedelerimizin beslendiği gibi beslenme şansına zaten artık hiçbirimiz sahip değiliz... Ama kanserden genç yaşta dünya değiştirmek de istemiyoruz! Hadi biz öyle ya da böyle bugüne geldik, ama dünyaya getirdiğimiz ya da getireceğimiz çocuklar “gerçek yiyecekler”le beslensin, küçücük bedenlerine yapay gıdalar girmesin istiyoruz, bu en doğal hakları çünkü… Geçenlerde okuduğum harika bir kitaptan, Japonya’da “hiçbirşey yapmama” esasına dayalı olarak organik tarımla uğraşan Fukuoka’nın “Ekin Sapı Devrimi”nin son sayfalarından birkaç güzel satırı almak istiyorum buraya:
“Bütün insanların göreceli algılama kalesinin kapısından çıkıp çayırlara koşarak müdahalesiz doğanın kalbine dönmesinden başka barışa giden bir yol yoktur. Yani, kılıç yerine orağı bilemekten başka yol yoktur (….) barışın anahtarı toprağa yakındır”.


Biliyorum; evinize çok yakın o markette yıkanmış ve pişirilmeye hazır ıspanaklar, ayıklanmış pırasalar, iri ve parlak kırmızı elmalar, kışlık (!) domatesler, biberler, temizlenip etiketlenmiş mandalinalar, portakallar, muzlar var.. Ama İstanbul’un göbeğinde, Şişli’de her Cumartesi kurulan bir de %100 ekolojik pazar var. Meyvelerin, sebzelerin renkleri marketlerin spotları altında görünenler kadar parlak değil belki, ama gerçekler... Tornadan çıkmış gibi değiller, irili ufaklılar, berelenmiş, zedelenmiş olanları var içlerinde, ama mis gibi toprak kokuyorlar...

…ve en önemlisi, toprağa sevgiyle dokunan insanlar var orada, çocukları gibi baktıkları ağaçlarından topladıkları meyveleri, içlerindeki hevesleri ve dinlemek isteyene anlatacakları öyküleriyle…

Yorum Gönder

 
Top