İçimde tazecik bir hüzün, damağımda buruk bir kahve tadı, başlıyor yeni hafta... Annemi sabahın erken bir saatinde yolcu ettikten sonra düğümlenen boğazımı açmak için üstüste içtiğim iki bardak demli çayın, sıcak çikolatanın ve kahvenin ardından ofisteyim. Film festivalini ikinci haftasından da olsa yakalama heyecanı olmasaydı içimde, sanırım bu hüzünle başa çıkamazdım... onu ne yapacağımı, nereye koyacağımı bilemez, akşam evin kapısından girmemek için ne yapsam, nereye gitsem diye düşünür, çözüm bulamazdım.
Ama iyiyim..
Gideceğim filmleri düşünüyor, annemin gelişiyle daha bir eve benzeyen, salonuna onun armağanı iki koca kitaplık eklenen evimde artık daha iyi hissedeceğimi biliyor, derin bir nefes alıyorum hayattan...
... hayatımdan.
İstanbul'daki hayatımdan.
Anneme verdiğim sözü de hatırlıyorum:
Bu kent beni her üzdüğünde Sarıyer otobüsüne bineceğim, İstinye'deki iskele kahvesine gidip denizin kıyıcığında çay içeceğim..
Ne güzel bir tesadüf ki doğumgününde buradaydı annem. Bu kez ona pasta yapmak yerine pastaların en güzelini ısmarlamak istedim. Cuma akşamı iş çıkışında Gezi Pastanesi'ne gittik. En harika çikolatalı pastayı yemek için başka nereye gidilebilir ki zaten? Her zamanki gibi güleryüzlü ve nazik personellerinden birine "bugün annemin doğumgünü, en güzel pastanızdan istiyoruz!" dedim:) Kestaneli çikolatalı bir pasta önerildi anneme, ben de değişik olsun diye bademli ve beyaz şaraplı bir pasta seçtim. İki pasta da çok güzeldi, ama ben beyaz şarabın yoğun aroması her lokmada hissedilen bademli pastayı daha çok sevdim.
Bu dehşet şey, Gezi'nin özel kahvesi...
Olağanüstü güzel görünüyor görünmesine de, ancak ve ancak tatlı krizindeyseniz veya yanında pasta yemeyecekseniz öneririm. Gördüğünüz gibi çorba kasesi büyüklüğünde bir fincanda servis ediliyor:) Kakao, karamel, tarçın aromalarıyla oldukça yoğun, tatlı bir kahve.. Biz bir fincanı birlikte içtik ve yine de bitiremedik!
iyi ki doğdun annem, sen doğmasan ben de doğmazdım ki!! :)
"Paskalya gelmiş mahalleye!" dedim ertesi gün Kurtuluş caddesinde yürürken. Olamaz böyle bir güzellik, dükkanlarda rengarenk paskalya yumurtaları, fırınlardan yükselen sakız ve mahlep kokuları, pastane vitrinlerinde kocaman çikolatadan yumurtalar, süslü püslü paketlenmiş paskalya çörekleri.. En güzel vitrin yarışmasını en cici şekerci dükkanı Bahar Pastanesi kazandı tabii:) Bu devasa paskalya çöreği ve çatala bayıldık!
Bardağın boş tarafını görürseniz "korkunç kalabalık", dolu tarafında ısrar ederseniz "cıvıl cıvıl" bir gündü Cumartesi, Eminönü'nde..
"şimdi İstanbul'da olmak vardı anasını satayım
Yeni camide mısır atmak kuşlara!"
diye bir şarkı vardır hani... işte ben oralara ne zaman gitsem, kafamın içinde bu şarkı çalar... yine çaldı, bu kez annem de eşlik etti üstelik!
Lokumlar tattık, baharatlar kokladık, turistlerin heyecanlı hallerine gülümsedik ama aslında pek de farkımız yoktu onlardan! Heyecansa aynı heyecan, sevinçse aynı sevinç.. Hele herşeyin fotoğrafını çeken ben, hiç farklı değildim:) Ama bunların fotoğrafı çekilmez miydi, bakar mısınız güzelliklerine?
Bunca albenili lezzet karşısında acıkmamak mümkün değildi ama yemek için az daha sabredip sokak aralarına yöneldik..
.. tabi çarşının çıkışına doğru taze çekilmiş kahve kokusunu takip edip Kurukahveci Mehmet Efendi'den kahve aldıktan sonra! Çantama attığım kahve paketi eve gidene kadar çantamı ve içindekileri kahve parfümüne boyamıştı, off nasıl da güzeldi! Diyorum ya hep, dünyadaki en güzel ilk üç kokudan biridir taze kahve kokusu...
İncik boncuk dolu hediyelik dükkanlarını, sonra şarküterileri de gezip leziz mi leziz eski kaşar, Kars kaşarı ve tel peynir aldıktan sonra günü Haliç'te, köprü altında, annemin deyişiyle "çingen keyfi" ile bitirdik:) O balık-ekmek yerken, ben tadını neredeyse unuttuğum patates-bira ikilisi ile fena halde mutluydum. Balıklar değil ama köprüde olta atanlar da mutluydu, bahar güneşiyle şimdiden yanakları kızarmış turistler de, güneşli günlerle gelen kalabalıktan memnun esnaf da.. Herhalde İstanbul kardeş de mutluydu, vapurlar da, martılar da. Annemin elinden simit yiyen, caminin duvarlarına tutunan, çocukların kovaladığı güvercinler en mutlusuydu belki de..
Ertesi gün sabahın erken saatinde Sarıyer otobüsü..
Pazar sabahında kahvaltıların en sadesini (ama ona göre en güzelini), yani simit-kaşar kahvaltısını istedi annem, bana da onu deniz kıyılarına götürmek düştü.. Sağ tarafımda hem annem hem deniz, gittik sahil boyunca tıngır mıngır. Bu kadar güzel başka otobüs hattı var mı bu kentte? Hiçbir durakta inmeyip gidebildiği kadar gitmek istiyor insan.. Ortaköy.. Arnavutköy.. Bebek.. Aşiyan.. Rumelihisarı.. derken Çınaraltı, Emirgan.. Aniden karar verip orada inilir mi? İnilir. Çınaraltı çay bahçesinde önceki gün Eminönü'nden alınmış nefis eski kaşar ve tazecik simitlerle birlikte çay içilir.. Annem haklıdır, bundan daha güzel kahvaltı yoktur! Üstelik ıpılık bahar sabahında masmavi bir İstanbul vardır gözlerimizin önünde, alabildiğine mavi hem de.. Başka ne ister insan?
Sahilde yürünür sonra, misler gibi havayı koklaya koklaya, taa İstinye'ye kadar.. İskeleye gelindiğinde dur bakalım burada bir İzmir lokmacısı olacak diye aranır, bulunur. Lokmacının hemen yanında, yoldan azıcık gizlenmiş bir de çay bahçesi vardır ki, orada yaşamak istersiniz! Hakikaten "beni buraya bırakıp gidin!" denecek bir yerdir ama, hakikaten!
Annemle önce bir kasesini paylaşmayı düşündüğümüz, sonra dayanamayıp bir kase daha aldığımız lokma tatlılarımızı yiyip kahvelerimizi içtik orada. Kahveler köpüklü, lokmalar bol tarçınlı, çocuklar fazla enerjik, hava fazla güneşli, gazetede Ahmet Altan'ın "erguvanlar" yazısı çok güzeldi... (şimdi o kırmızı yanaklı turistler gibiyim, azıcık bahar güneşinde yanmayı başarmışım:)
Dönüş yolunda Beşiktaş'ta inip annem en çok onu beğendiği için Kadıköy iskelesi önündeki simitçiden bolca simit aldık. Aydın'a gitti o çıtır çıtır simitler, bizim "gevrekler" kıskanacak biraz ama olsun:) Ne yalan söyleyeyim, o simitçinin simidinden daha güzelini hakikaten ben de yemedim..
Son olarak hem anneme yolluk olsun diye, hem de çok sevdiği için 7-8 Hasanpaşa kurabiyeleri.. Annem tatlı ve tuzlulardan karıştırdı, ben acıbademlerden istedim. Midemiz kazındığı için meydana kadar inmeye üşenip fırının hemen yan sokağındaki çay ocağının taburelerine oturduk ve ikişer bardak "esnaf çayı" içtik tazecik kurabiyelerle.. "Gitmesen olmaz mı?" demedim, o da "kalayım biraz daha" demedi. Ne kadar çok kalırsa gittiğinde o kadar üzüleceğimi bildiğimden, hiçbir şey demedim.. Sadece tadını çıkardım..
"başlayan herşey biter"...
... acilen İlhan İrem dinlemeli, bu akşam mutlaka bir film izlemeli ve erkenden uyumalıyım...
Yorum Gönder