Seviyorum ben Perihan Mağden’i. Aklındaki, kalbindeki, ruhundakileri hiçbir şeye ve kimseye aldırmadan kelimelere döküverişini… Dille oynayışını, son derece doğallıkla, öyle içinden gelerek kelimeler “yaratıklandırma”sını… İçtenliğini, hesapsızlığını, ama en önemlisi kaleminin ve tabi yüreğinin cesaretini! Kendini sevdirmeye hiç mi hiç çalışmamasını seviyorum en çok. Bana hep “iyi ki böyle kadınlar var, iyi ki yazıyorlar” dedirten yazarlardan biri o. Radikal’deki nice yazısını kesip saklamışımdır, ama elbette okuyamadığım yazıları da var ve bu kitap onların bir kısmının derlemesi. Yine gülümseyerek, satırların altını çize çize okudum. Hele kitabın en sonundaki “İnsan Zehirlenmesi”ni okurken kendime öyle yakın buldum ki neredeyse her satırı çizmişim! (ama buraya alıntılayacağım kısım o yazıdan değil)
“Bilmiş bilmiş oğlan çocuk olmaz hakikaten.
Hep kızlar bilmiş bilivermiş olurlar. Zavallılar!
Belki hayatta kalma güdüsüdür, kadınların o her kılığa girme, her koşula ADAPTE olma, her şifreyi çözüverme yetenekleri…
Kız çocukların hayatı çabucak çakıvermeleri.
Hayatı çabucak çakıp, hayatı formüle edip kendilerini öyle daha ilk günden hale yola sokuvermeleri.
(….) Netice itibariyle Uyuyan hep Prens aslında.
(….) Uzun zamanlar bilmeme, anlamama, uyanmama, görmeme lüksünü ben de isterdim şahsen.
Bir anne olarak sunmaya çalıştığım kızıma, tam da budur: Ne kadar uyuyabilecekse masumiyetin ve saflığın salıncağında o kadar uyusun.
Ne kadar geç büyümesi mümkünse, o kadar geç büyüsün. Büyümek zor, acıtıcı ve nerdeyse gereksiz zira.”
Franz Kafka, "Babaya Mektup"
Kafka’yla ilk tanıştığım zaman, üniversiteye henüz başlamış bir öğrenciydim. “Dönüşüm” bende tokat etkisi yaratmış, kahramanı Gregor Samsa’yla tanışan herkes gibi ben de onu hiç unutamamıştım. Ardından “Dava” geldi, sonra “Milena’ya Mektuplar”… Bundan sonraki Kafka serüvenim “Amerika”yla devam edecek.
“Babaya Mektup”, Kafka’nın evliliğine karşı çıkan babasına –onun karşısında konuşarak kendisini ifade edemediği için- yazdığı ama hiç göndermediği, yanıt niteliğindeki uzun mektubun metnini ve bu mektupla ilgili çeşitli notları ve yazıları içeriyor. Ölümünden sonra bütün yapıtlarının yakılmasına dair vasiyetine ihanet eden (ama iyi ki etmiş diyebileceğimiz) dostu Max Brod tarafından diğer yapıtlarıyla birlikte bu mektup da yayınlanmış. Mektup, hem Kafka’yı Kafka yapan en önemli etkenlerden biri olan, içinde bulunduğu aile yapısı ve toplumsal çevre hakkında birinci elden bilgi veriyor, hem de büyük bir yazarın babasıyla bir nevi hesaplaşma sürecindeki duygu ve düşüncelerine ışık tutuyor, onu daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. Bu anlamda çok önemli bir kitap...
“….senin yüzünden böyle olduğumu iddia etmekten kaçınıyorum; sen yalnızca olan bir şeyi güçlendirdin, ama aşırı güçlendirdin, çünkü benim karşımda çok güçlüydün ve tüm bu gücünü kullandın.”
“Söz konusu olan, çocuklarına vermen gereken bir ders değil, örnek oluşturacak bir hayattı (…..) bu doğal olarak ve bir kez daha bir suçlama değil, senin suçlamalarına karşı bir savunmadır.”
“….. başarılar hep böyle sürüp gitti. Buradan bir güven doğmadı gerçi, tersine ne kadar başarılı olursam, her şeyin o ölçüde kötü sonuçlanacağından emindim daima – ve senin umursamaz tavrında bunun mükemmel bir kanıtını buluyordum.”
Ömrünün yarısını akıl hastanelerinde geçiren dahi Rus balet Nijinsky’nin, ileride yayınlanabilecek bir kitap olması niyetiyle kaleme aldığı notlarından oluşan günlük/defteri, yazıldıktan ve yazarının ölümünden yıllar sonra, çok sevdiği biricik kızı Kyra’nın eşyaları arasında tesadüfen bulunur. Bu cümle bile trajediyi anlatmaya yeterli belki…
Nijinsky, yeryüzüne gönderilen huzursuz ruhlu tüm büyük sanatçılar gibi, yaşamı boyunca korkunç acılar çeker. Muhteşem dansıyla sahnede kendisini izleyenleri büyülerken, odasına kapanıp yorgunluktan bitap düşene kadar yazdığı uykusuz gecelerinde, Tanrı’yı arama yolculuğuna da çıkar kendi içinde. Kendini sakalsız ve bıyıksız bir İsa’ya benzetir, et yemeyi reddeder, fazla yemeyi de reddeder, ruhunun kendisine yeteceğine inanır ve çevresindekilerin sürekli hasta olduğunu düşünmesinden nefret eder. İlaçlara ihtiyacı yoktur. Nihayet hastalığını kabul ettiğinde bile aklının değil, ruhunun hasta olduğunu söyler, yaşamı boyunca yeryüzünün tüm acılarını ruhunda hissetmiştir.
Nijinsky’nin kimi zaman birbirine karışıp dağınık bir yumağa dönüşen, ama kendini ifade edebilmek için ne kadar çırpındığının hep hissedildiği cümlelerini içimde sürekli bir burukluk duyarak okudum. Kitabın son sayfasında, aslında onu gerçek yolculuğunun başında bıraktığımda boğazımda bir düğüm vardı, şu satırları yazarken yine hissettiğim bir düğüm…
“……. son hızla karanlık yolda aşağı doğru inmeye başladım, bir ağaç yüzünden durmak zorunda kaldım. Bir uçurumun kenarında duruyordum ve o ağaç beni kurtarmıştı. Sıcaklığını içime çekip, kollarımla sarmaladığım ağaca teşekkür ettim. O da benimkini hissetmiş olacak ki, benimle duygularımı paylaştı. Hangimizin, ötekinin sıcaklığına daha çok ihtiyaç duyduğunu bilmiyorum.”
Nijinsky’nin kimi zaman birbirine karışıp dağınık bir yumağa dönüşen, ama kendini ifade edebilmek için ne kadar çırpındığının hep hissedildiği cümlelerini içimde sürekli bir burukluk duyarak okudum. Kitabın son sayfasında, aslında onu gerçek yolculuğunun başında bıraktığımda boğazımda bir düğüm vardı, şu satırları yazarken yine hissettiğim bir düğüm…
“……. son hızla karanlık yolda aşağı doğru inmeye başladım, bir ağaç yüzünden durmak zorunda kaldım. Bir uçurumun kenarında duruyordum ve o ağaç beni kurtarmıştı. Sıcaklığını içime çekip, kollarımla sarmaladığım ağaca teşekkür ettim. O da benimkini hissetmiş olacak ki, benimle duygularımı paylaştı. Hangimizin, ötekinin sıcaklığına daha çok ihtiyaç duyduğunu bilmiyorum.”
Yorum Gönder