0

Geçenlerde sevgili Hülya Yılmaz sevdiğim 5 ya da 10 filmi, onların en sevdiğim sahnelerini ya da neden o filmleri çok sevdiğimi paylaşmamı istemişti.. Seve seve yanıtlıyorum!


Tüm zamanların en iyi filmi benim için budur... "Fight Club" (Dövüş Kulübü). David Fincher deyince bir duralım düşünelim dememize neden olan, zaman zaman izlenmesi gerekli filmlerdendir. İzleyip kendime gelmeyi severim, döver, yerden yere vurur replikleriyle, ama oh olsun'dur, bana müstehaktır, gereklidir! İlk kez yarı yarıya boş bir sinema salonunda izlediğimde dışarı çıkınca serseme dönmüş, yoldan geçen insanları çevirip "gidip şu filmi izlemeniz lazım sizin!" demek istemiştim. Film tam da tahmin ettiğim gibi sonradan bir efsane oldu, sinefiller arasında kült statüsüne yüceltildi, yere göğe konulamadı, ve bence bunu sonuna kadar da hakediyordu. Sonradan filmin uyarlandığı kitabı okudum ve en sevdiğim yeraltı edebiyatı yazarlarından olan Chuck Palahniuk'la da böylece tanıştım. Filmin en sevdiğim sahnesinde Tyler bir süpermarketin arka kapısında kasiyerin ensesine silah dayar ve ona şunu sorar: "Ne olmak isterdin?" Kasiyer korkuyla titreyerek "veteriner olmak isterdim" yanıtını verir. Tyler ama olmadığı için şimdi bir süpermarketin arka kapısında öleceğini söyler. (Adam korkudan ağlarken biz bir an için avuçlarımız terleyerek kendi seçimlerimizi düşünürüz!!) Ve bir müddet sonra Tyler şimdi gitmesini ve veteriner olmasını söyler adama. "Seni izleyeceğim, kimliğin bende, veteriner olmazsan ölürsün!" demeyi de ihmal etmez. Bu yaptığına bir anlam veremeyen arkadaşının yüzüne bakar sonra ve bence sinema tarihine geçmesi gereken şu cümleyi söyler: "Yarın onun hayatının en güzel günü olacak"! Bu filmi çok severim, çünkü kısaca şöyle der: "Sahip olduğun herşey gün gelir sana sahip olur. Ve sen ancak herşeyini kaybettikten sonra gerçekten özgür olabilirsin"...

Bir başka "döven" film, yine bir sistem sorgusu, Kubrick ustadan: "Clockwork Orange" (Otomatik Portakal). Kubrick, dehası önünde ceket iliklenecek bir üstaddır, tüm filmleri sinema tarihinin en iyileri arasındadır, usta hemen hemen her filmini birer janr içerisinde, adeta ders verircesine çekmiştir ve zaten sinema derslerinde de işlenir. Bilimkurmacada 2001'i, korkuda Shining'i, dramada Eyes Wide Shut'ı sollamak her sinemacının harcı olmamıştır, olmayacaktır. Clockwork Orange ise tam olarak bir janra ait değil ve zaten sinema diliyle de kalıplara sığmayacak bir film... Filmi neden severim? Alex'i severim çünkü, onun Beethoven, şiddet ve suçla örülü dünyasından koparılıp topluma uyumlanması için eğitilmesi ve bu "eğitim" sonunda da kendine uygulanan şiddete bile tepki vermez hale gelmesi içimi acıtır. Alex'in kişiliği öldürülür ve ancak bundan sonra yeniden toplum içine bırakılır. 1971 yapımı filmin gösterimi uzun yıllar engellendikten sonra nihayet vizyona girdiğinde onu perdede izleme şansım olmuştu, sonrasında da kaç kez izlediğimi bilmiyorum zaten. Filmin en sevdiğim sahnesi Alex'in Singin in the Rain'i söylediği sahneydi.

Bu filmi her izleyişimde ağlarım...
Guiseppe Tornatore’un pekçok festivalden sayılamayacak kadar çok ödüllü filmi "Cinema Paradiso" (Cennet Sineması), sinema büyüsü üzerine bir film. Naif anlatımıyla, müziğiyle, sinematografisiyle, her karenin ince ince işlendiği sanat yönetimiyle o kadar güzel ki.. Eski sinemaları, eskimeyen sinemaları, "benim sinemalarım"ı, ilk sinemaya gidişimi, salonun karardığı o heyecanlı an'ları her defasında anımsar ve yüzümde hüzünlü bir gülümsemeyle izlerim... Yaşlı makinist Alfredo, ileride ünlü bir yönetmen olacak olan küçük Toto’ya hem makinistliği, hem hayatı öğretir filmde. Hep film replikleri vardır sözlerinde (hangimizin yoktur ki?) “Hayat filmlerdeki gibi değildir” der, “çok daha zordur”! Cennet Sineması’nda Toto’nun hikayesinden çok kasaba halkının film izleme ritüeli etkiler beni. Çocukluğuma dönmeye, içime bakmaya, oradaki sinema tutkusunu yeniden keşfetmeye, ve bu tutkunun kaynağına gidip oradan kendime bakmaya çağırır film. Rüzgar Gibi Geçti’yi ilk izleyişimi anımsatır, sonra kendi sinemamızı, kendi tarihimizi. Belgin Doruk’u, Vahi Öz’ü, Mualla Sürer’i, Suphi Kaner’i, Ayhan Işık’ı, Sadri Alışık’ı, Ekrem Bora’yı, Hüseyin Baradan’ı.. Ben bu ülkenin Yeşilçam filmleriyle büyümüş kız çocuklarındanım, elimde değil, böyle filmleri izlerken ağlarım!..

Shine, "sizin uğrunda herşeyi göze alacağınız bir konçertonuz var mı?" filmi.. Bir "babanız size ne yapar (ya da sizi ne yapar)?" filmi de aynı zamanda! Sanatla varolmaya, kendini varetmeye çalışırken akıl yitiminin eşiğinden içeri korkusuzca adım atmış bir piyanistin, Avustralyalı David Helfgoth'un hüzünlü yaşamöyküsü... hüzünlü olduğu kadar da coşku dolu! En sevdiğim sahne tabi ki o sahne.. Rahmaninov çalarken hissettiklerini taşımaya bilinci yetmediğinde, o gencecik piyanistin sahnede yığılıp kaldığı an... O müthiş dehanın sahnede yığılıp kalması ve o an bir bakış açısına göre "aklının zincirlerinden kurtulması", sanat nedir sorusunun yanıtıdır benim için!...

"Requiem For a Dream" (Bir Rüya İçin Ağıt) bir festivalde gösterildiğinde izleyicilerden birinin, o anda salonda bulunan yönetmen Aronofsky'e dönüp "bize bunu neden yaptınız?" dediğini okumuştum.. İzledikten sonra ben de öyle dedim! Yalnızlığın, sevgisizliğin, ilgisizliğin insana neler yaptırdığı, aile bağlarımızın bizi yaşamda tutmaya ne kadar yettiği, anne olmanın ya da evlat olmanın aslında ne demek olduğu üzerine bir sorgulama, televizyon karşısında ezilip giden düşlerimize ve tüketim çılgınlığı içinde yiten yaşamlarımıza dair gerçek bir ağıt! En sevdiğim sahne yerine filmin müziğini söylemek isterim, öyle böyle değil, çok az melodi içime bu kadar işlemiştir.. Ve pekçok haber bülteninde içimin kaldırmadığı haberlerde fon müziği olarak da kullanılıyor malesef!

Crow'u izleyip de Brandon Lee'ye aşık olmayan çok az kız, ve onu idolü olarak görmeyen çok az erkek vardı o yıllarda! Yani 90'larda.. 1994'tü sanırım, kendisini öldürenlerden intikam almak için küllerinden doğan ve aşkın gücüyle kötüleri yenen bu masal kahramanıyla tanıştığımızda.. Crow, Brandon Lee'nin malesef sette kaza kurşunu sonucu ölmesiyle sinema tarihine geçti, ama biz bu ölümü hiç kabullenemedik! Alex Proyas'ın bu kült filminin 3 devamı daha çekildi ama filmi gerçekten sevenler, anısına hürmeten devam filmlerine dönüp bakmadılar bile.. Onun yerine Crow'u defalarca izlediler, defalarca bu "ölümsüz sevgi" önünde gözleri nemlenerek eğildiler..

Breaking the Waves (Dalgaları Aşmak), Lars von Trier ustanın beni yerden yere vuran filmlerinden.. Gerçi onun her filmi beni az buçuk vurmuştur ama sanırım en büyük darbeyi bu aşk öyküsü indirdi.. Dalgaları Aşmak, bir "aşk size ne yapar?" filmi! Neler yapmaz ya da? Sevdiği adam için yaşamı boyunca çırpınan Bess'in trajik sonunu izlerken kelimenin tam anlamıyla mahvoldum.. Gözlerim kaç kez doldu, kaç kez Bess'e "yapma be kızım, of yaa" diye seslendim bilmiyorum! En sevdiğim sahne, Bess'in kocasını çok özlediğinde ve içindeki acıyı hiçkimse anlamadığında deniz kıyısındaki kayalıklara gidip dalgalara karşı avazı çıktığı kadar bağırdığı sahneydi..

Bir "aşk size ne yapar" filmi daha, buyrun!
Betty Blue'nun öyküsü de en az Bess'in öyküsü kadar trajik ve hüzünlü.. Biraz daha hüzünlü hatta.. Jean-Jacques Beineix'in 84 yapımı filmini yeni izledim. Benim için en iyiler (ve en acıtanlar!) arasına girdi. Tam anlamıyla deliliğin sınırlarında bir kadın ve onu dizginlemeye çalışırken kapılıp giden bir adamın müthiş aşk öyküsü.. Finalinde bir yandan "başka türlü bitemezdi" diyor bir yandan da burnumu çekiyordum.. En sevdiğim sahne Betty'nin Zorg'un gözlerine bakarak yaşadıkları barakayı ateşe verdiği ve neşeyle "hadi kendimize ev bulalım!" dediği sahneydi:)



Ömer Kavur'un Türk sinemasında çok özel bir yeri var bence.. Ben onun filmlerindeki kadar güzel, tablo gibi, fotoğraf gibi kareleri başka hiçbir Türk yönetmeninin hiçbir filminde görmedim. Aynı şekilde Zuhal Olcay'ın ve Fikret Kuşkan'ın da bence sinemamız içindeki yerleri çok özel.. İşte onları buluşturan Gizli Yüz, Orhan Pamuk'un aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanmıştı ve ben okulda sinema derslerinden birinde izleme şansını bulmuştum. Filmin ağırlığına tahammül edemeyip salondan çıkanlar ya da uyuyanlar da olmuştu gösterim sırasında ama ben sinema diline, anlatımına, hele ustanın takıntılarına hayran olmuştum! Ömer Kavur'la da böyle tanışmıştım.. Belki de sinemamızın tek auteur'ü odur, filmlerini öyle imzalar ki, bir Ömer Kavur filmi olduğu hemen anlaşılır! Bütün büyük üstadlar gibi, gittiği yerde sanat yapmaya devam ediyordur diye umuyorum... Çünkü o "sinemayı sanat yapanlar"dandı!

Son olarak, "bu memlekette işte böyle sinema yapılır" dedirten birkaç sinemacıdan birinin, Nuri Bilge Ceylan'ın Uzak'ını anmalıyım.. Uzak'ta kimbilir ne kadar çok kişi kendini buldu, kendi uzaklarını gördü, düşündü? Ben Uzak'ta İstanbul'da bıraktığım ya da belki ertelediğim düşlerimi buldum, bulmakla kalmadım sorguladım onları, ne kadar düş'tü onlar ve ne kadar gerçek'ti diye.. Filmin aldığı her ödülde heyecanlandım, o ödüller bizim düşlerimize veriliyordu sanki biraz, bizim uzaklarımıza! Filmin en sevdiğim sahnesi, akrabası nihayet evden gittikten sonra adam yalnız kaldığında onun ucuz sigarasını bulup bir tane yaktığı sahneydi, o kadar çok şeyi anlatıyordu ki hiç konuşmadan!

Bende iz bırakan ne kadar çok film varmış diye düşündüm bunları yazarken. 10 taneyi geçmemek için pekçok filmi anmadım, üzülerek.. Belki onlardan da başka bir zaman, başka bir mecrada bahsetme şansım olur...

Kimlerin sobelendiğini bilemiyorum ama eğer sobelenmedilerse Meral, Işıl ve Margot'a sormak isterim, sizin sinemalarınızı paylaşmak ister misiniz?

Yorum Gönder

 
Top