0
KÖRLÜK

Nobel ödüllü yazar Jose Saramago’nun "Körlük" adlı romanını 7 yıl önce, elimden hiç bırakmayarak, sanırım 1-2 gün içinde okuyup bitirmiş ve allak bullak olmuştum. O nasıl şiirsel bir anlatımdı, onlar nasıl karakter analizleriydi, o nasıl bir finaldi… hemen ardından Saramago’nun başka kitaplarını da almıştım okuma listeme.

Körlük’ün gün gelip sinemaya aktarılacağını ise ancak hayal edebilirdim sanırım. Nitekim bunu hayal eden sinemacılar da olmuş, ama hiçbiri cesaret edememişti muhtemelen. Zor bir öyküydü çünkü, çok derin toplumsal eleştiriler içeriyordu, bir kişi hariç tüm karakterler kördü, bunları hakkıyla peliküle aktarmak hiç de kolay değildi…

Ama oldu sonunda.
Fernando Meirelles’in yönetiminde, Don McKellar’ın yazdığı senaryo ile, o muhteşem kitabın hakkını veren bir film çekildi. Festivalde izleyememiş ve çok üzülmüşken, vizyona da girdi ve ben müthiş bir keyif alarak izledim.

Tüm insanlar birden görme yetilerini kaybederlerse ne olur?
Acaba insan denen varlık, sadece diğerleri tarafından görünür olduğu zaman mı “ahlaklı” ve iyi”dir?
Ya hiçkimse bizi görmezse?
Ya biz hiçkimseyi göremezsek?

İşte Körlük, bu sorulardan yola çıkıyor ve herkes bir salgın hastalığa yakalanıp teker teker kör olduğu için korkunç bir kaosa sürüklenen bir ülkede, medeniyetin tam ortasında bir büyük kentte, insanların vahşi hayvanlar gibi hayatta kalma çabasını anlatıyor. Etkilenmemek olanaksız…

Daha önce benimsenmiş / ezberlenmiş olan tüm medeni davranışlar ve tüm ahlak ölçütleri, körlük kaosu içinde yerlebir oluyor. Sadece ne kadar yiyecek kaldıysa paylaşabilmek ve hayatta kalanlardan olmak önem kazanıyor, başka herşey önemini yitiriyor. Kapatıldıkları hastanede karantina altında tutulan ilk körler, kentin geri kalanının da kör olduğunu ve kendilerinin oraya boşuna kapatıldıklarını anladıklarında, toplu halde ve birbirlerine tutunarak dışarı çıkıyorlar. İşte finale doğru muhteşem bir görsellikle anlatılan esas hayat mücadelesi de ondan sonra başlıyor…

Sadece bir kişi var hala görebilen, göz doktorunun karısı!
Görebildiğini uzun süre gizlemek zorunda kalıyor, içeride tutulan kocasına ve diğer insanlara yardım ve rehberlik edebilmek için. Çok şeyler görüyor, çok yıpranıyor bu süreçte, ama vazgeçmiyor. Bu arada, oyunculuğunu daima çok beğendiğim Julianne Moore bu rol için çok iyi bir seçim olmuş diye düşünüyorum. Hayat verdiği karakterin yaşadığı zorlukları, çelişkileri, çektiği acıları sadece bakışlarıyla öyle güzel yansıtıyordu ki.

Bu filmi izleyin, halen Anadolu sinemalarında gösteriliyor, kaçırdıysanız da DVD’sini beklemeyi not edin bir kenara. Bu arada da Can Yayınları’ndan Aykut Derman’ın leziz çevirisiyle çıkan kitabını okuyun. Has edebiyat lezzeti kalacak damaklarınızda...

KENTLERİN KRALİÇESİ

Tarihi romanlardan çok keyif alan biri değilim ben.
Saraylarda geçen entrikalar, savaş dönemlerinde arka planda yaşanan aşklar, ihanetler, düşmanlıklar çok da ilgimi çekmiyor. Açıkçası bu tür hikayelerin biraz suyunun da çıkarıldığını düşünüyorum, ne yalan söyleyeyim..

Hakan Senbir'in yazdığı “Kentlerin Kraliçesi” de tarihi roman kategorisine alınabilir, üstelik bir (yoksa iki mi demeli) aşk öyküsü anlatıyor. İlgimi çekme nedeni ise bunun 1955’in İstanbul’unda ve 1453’ün henüz fethedilmemiş Poli’sinde geçen iki zamanlı bir aşk öyküsü olması…

Osmanlı tarihi aşığı Bedri, bir sahafta bulup aldığı 1453 tarihli gizemli bir elyazmasını çevirmesi için İstanbul aşığı Yunanlı Katina ile anlaşır. O yılların Türkiye’si karışık, dönem 6-7 Eylül olaylarına gebedir. Bedri ve Katina ise, İstanbul'un fethinden önce Bizanslı yüzbaşı Aleksios'a aşık olup evlenen ve içinde sevdiği adamla yaşamak istediği, çocuklarının büyümesini istediği kenti, kendi milletine karşı savunmak zorunda kalan Türk kızı Esma’nın tuttuğu elyazması günlük ile geçmişe uzanırlar..

Esma’nın çektiği acıların gözyaşı izleri halinde hala capcanlı durduğu elyazması, başlangıçta müthiş siyasi fikir ayrılıkları yaşayan Katina ile Bedri’yi birbirlerine yaklaştırır. Hatta öyle ki, elyazmasının sayfaları fetih tarihine doğru ilerlerken, kendileri de 6-7 Eylül olaylarına doğru ilerlemektedir ve 1453’te yaşanmış bu öykünün iki kahramanı ile kendilerini özdeşleşirler. Kaçınılmaz olan aşk, inançlarını ve doğrularını yeniden sorgulamalarına neden olacak, Şişli’de, yaşlı bir Rum kadının evinde okudukları son sayfalardan sonra kendi kaderlerini çizmeleri gerekecektir.

İçine bir kez dalınca kolayca okunan ve bir çırpıda biten hoş bir roman Kentlerin Kraliçesi. Hani tatil bavuluna atılabilecek, “yormayan” romanlardan. Herkesin mutlaka kendine göre bir “tatil kitabı” kategorisi vardır ya, ben kumsalda ya da uzun yolculuklarda tercih etmezdim belki ama tarihsel roman meraklılarına bu kitabı tavsiye edebilirim rahatlıkla..

"Sadece iyi insanları seviyorum... Kalbine Sokrat ya da Mevlana düşmüş herkesi..."

İSTİFA

Akça Zeynep’in "İstifa"sı uzunca bir zaman yatağımın başucunda durdu aslında.. İlk başladığınızda hemen sarıvermeyen kitaplar vardır hani.. Anlatımında, kurgusunda, öyküsünde de bir sorun yoktur aslında. Ama sarmaz, çünkü o anki ruh halinize ya da o anki “siz”e uygun değildir!

Benim kitaplarımla ilişkim böyle…
Kütüphanemde duran nice kitabıma bakıp “ben bunu nasıl okudum?” demişimdir sonradan, ki okuduğuma inanamadığım bu kitapların bazıları üniversite yıllarındayken akademisyen olma hevesiyle yuttuğum kitaplardır. Nicelerine de bakıp “şimdi olsa alıp okur muydum?” diye düşünmüşümdür, ama başka benlik ve başka başka ruh hallerindeyken zevkle okumuşumdur.

Zamanlarüstü kitapları elbette ayrı tutuyorum… Öyle kitaplar vardır ki, her zaman, her durumda, her yaşta size birşeyler söyler, bir yerinizden yakalar.

İstifa, nedenini bilmediğim bir şekilde nicedir duruyordu başucumda. Bitmeyen iştahımla yeni kitaplar sipariş ettiğim bir günde aklıma geldi, evde henüz bitmemiş ve muhtemelen bana küsmüş bir kitabımın olduğu. Yeniden ısınabilecek miyim, devam edebilecek miyim endişesiyle usulca elime aldım o akşam. Ve bir daha da bırakamadım… İstanbul içinde yapılabilecek en uzun yolculuklardan birinde, sevgilim omzuma yaslanmış uyuyorken, otobüsün sarsıntıları arasında satırları zorlukla çizerek ve sayfalar arasında sık sık uzaklara bakıp düşünerek bitirdim.

Maya Lale’nin öyküsü bana çok tanıdık gelen bir öyküydü, yazıyla sancılı bir ilişki yaşayan herkese tanıdık gelebilecek bir öyküydü aynı zamanda. Okuma sürecinde bir yandan satırları çizip bir yandan Maya Lale’yi etkileyen kitap ya da filmleri not alırken, bol bol "hiç olmazsa…", "ama...", "mutlaka.." ile başlayan cümleler kurdum, kendi yazma ya da yaz(a)mama ritüellerimi / serüvenlerimi düşünerek…

Maya Lale’nin güzel kalemlere ve defterlere duyduğu aşk, günlerini kendisine ilham verecek sanat yapıtlarını –kimi zaman kitaplığında, kimi zaman CD çalarda ya da filmlerde- arayarak geçirmesi, üstüste koyduğu kitapları ve karalama notları, ne zaman yazmak istese günlüklerine yönelmesi çok tanıdık geldi bana. Kafelere kapanıp bol bol kahve ve şarap içerek (Paris’te!) yazmaya çalışmasını, bu arada ruh halini bir türlü dengeleyemeyip psikanalizde çözüm aramasını, yani bir yandan “normalleşme” çabasını sürdürürken bir yandan da 35 yaşından önce mutlaka kitap yazma kararıyla edebi ritüellere sarılmasını yüzümde hep bir gülümsemeyle okudum.

Kitabı bitirdiğimde neden günlerce başucumda durduğunu da anladım, sadece zamanını bekliyordu. Okuma lambasına bir an önce kavuşmayı bekleyen yeni şifonyerimin ilk çekmecesine defterlerimi ve kalemlerimi hevesle yerleştirdim o akşam… Bir kitabın yazma ilhamı vermesi kadar güzel ne olabilir?

"Sapına kadar bireyciliğe gömülmüş Batı toplumunda, arasıra kafelerde insan sıcaklığına rastlamak bana çok hoş geliyor. Bu yüzden kafeleri seviyorum."

"İnsanın yeryüzü macerası uzun bir yalnızlık öyküsünden başka birşey değil aslında. Çaresizce yalnızlıkları paylaşmaya çalışmak değilse nedir yaptığımız?"

Yorum Gönder

 
Top