0
MILK

Gus Van Sant, ismi beni heyecanlandıran yönetmenlerden biri. Vizyona giren her filmini heyecanla beklediğim, hakkında yazılanları merakla okuduğum has sinemacılardan biri o. Sean Penn ise oyunculuğunu her zaman takdir ettiğim bir isim. İkisi bir araya gelip iki de Oscar’la taçlanınca, Milk’i heyecanla beklemek kaçınılmazdı. Festivalin bilet bulamayacağımızı düşündüğüm filmlerinden birine, hem de Pazar günkü bir gösterimde yer bulmak sevgilimi de beni de mutlu etti. Festival ruhunun en güzel hissedildiği Emek sineması tıklım tıklım doluydu o gün.

Milk, ABD’de eşcinselliğini saklamaksızın meclise giren ilk politikacı olan Harvey Milk’in yaşamından bir kesiti, (40. yaşgününden ölümüne kadar) anlatıyor. Küçük bir mahallede başlayan, dostluklar ve aşklarla birlikte büyüyen bir mücadele, onun çevresinde kenetlenen insanlar ve tabi bir kesimin ona duyduğu öfke ve nefretin getirdiği kaçınılmaz son… Çok iyi yazılmış bir senaryo, arşiv görüntüleriyle desteklenmiş tarihsel bir öykü ve müthiş bir oyunculuk.. Sean Penn asla abartıya kaçmadan, yapay olmadan, rol kesmeden, eşcinsel bir erkeği o kadar iyi oynuyor ki gözlerinize inanamıyorsunuz. Bu bizim bildiğimiz Sean Penn mi yahu? diyorsunuz. Adam adeta Milk’i giyiniyor üstüne, Milk oluyor. Gerçek oyunculuk da böyle bir şey zaten, fazla söze gerek var mı?

Festivalde kaçırdıysanız, 8 Mayıs’ta vizyona girmesini beklemeniz gerekecek. Mutlaka izleyin, etkileyici finalinden sonra gerçek Harvey Milk’in fotoğrafı perdeye yansıdığında siz de Sean Penn’i alkışlamak isteyeceksiniz. Zor bir film değil, yani zorlayıcı sahneler yok, ama bu benim fikrim elbette. Sean Penn bolca erkeği öpüyor, buna hazır olun yeter!

ATLARI DA VURURLAR

Sydney Pollack’ın bu kült filmini daha önce izlememiş olduğum için, festivalin “anılarına” bölümünde gösterilecek olmasına çok sevinmiş, ama yine dişçi randevum olduğu için belki yetişemem diye bilet almamıştım. Dişçiden umduğumdan çabuk çıkınca koşarak Beyoğlu’nda, Atlas sinemasında aldım soluğu. Yine şanslıydım, çünkü koskoca salonda yer kalmamış ama bir lale kart sahibi iade etmişti biletini, o sayede iyi bir yerde izleyebildim bu güzel filmi.

1969 yılında 9 dalda Oscar adayı olan filmde, günümüzde iyice çığrından çıkan tv yarışmalarında insanların para ve şöhret uğruna düştükleri durumları çağrıştıran bir yarışmadan yola çıkarak, ve ülkenin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durumu da göz önüne alarak müthiş bir toplumsal eleştiri getiriyor Pollack. Sarsılıyor, afallıyor, hele finalde allak bullak oluyorsunuz. Evet elbette günümüzde bu tür yarışmaların iyice çığrından çıktığını, insanların para ve şöhret uğruna her şeyi göze alır duruma geldiklerini biliyorsunuz ama “bu kadar mı? bu kadar olur mu?” diyorsunuz yine de.. Ben özellikle Jane Fonda’nın oynadığı Gloria için film boyunca o kadar üzüldüm ki film bittiğinde dayak yemiş gibi oldum.

Boş bir arazide, özgürce koşan bir at görüntüsüyle açılır film. Bir yandan paralel kurguyla genç bir adamın hapse atılışını izleriz. At düşer ve sakatlanır, tahmin ettiğiniz acı son bekler onu.. Ardından uzun bir kuyrukta, bir yarışmaya seçilebilmek için çabalayan yarışmacı adaylarıyla tanışırız. Ve seçimler sonrası, bir sirki andıran dans pistinde dans etmeye başlarlar. Yarışma acımasızdır; sadece 2 saatte bir 10 dk mola vererek, yemeklerini bile dans pistinde yiyerek, günler boyunca dans edeceklerdir. Hepsi pes edene, geriye sadece bir çift kalana dek… Amerika’da büyük buhran yıllarıdır, sadece 1500 $’lık ödül uğruna yarışmacılar her şeyi göze almışlardır... Ve günler sürecek yarış başlar… Bir süre sonra, insanlık dışı koşullarda ve gösteri dünyasının acımasız kuralları içinde, hayatta kalma mücadelesine dönüşecektir. Hatta artık kimin kazanacağının bile önemli olmadığı bir mücadeleye…

2 saatlik süresine rağmen senaryo öyle güzel ilerliyor ve yarışma rutinleştiğinde bile karakter tahlilleri ve çatışmalar filmi öyle güzel dolduruyor ki, yönetmenin ustalığına şapka çıkartıyor ve saygıyla anıyorsunuz. Oyuncuları ayrıca alkışlamak gerek. Hepsi çok iyi oynuyorlar, hem korkunç yorgunluklarını, hem de umut ve dirençlerini olabilecek en gerçekçi şekilde yansıtıyorlar oyunlarına. Öyle ki onlarla birlikte benim de tabanlarım ağrıdı izlerken, benim de nefesim sıkıştı. Hele Jane Fonda.. Dedim ya, dayak yemişten beter etti beni finalde.

Bu filmi henüz izlemediyseniz, mutlaka edinip izleyin…Hem çaresizlik, umut, mücadele gibi kavramlar üzerine, hem günümüzde malesef hala ilgi çeken bu tür yarışmalar üzerine, hem de ekonomik krizin getirdikleri ve getirebilecekleri üzerine yeniden düşüneceksiniz.

AŞK

“AŞK’ın hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk.
Ya tam ortasındasındır, merkezinde,
ya da dışındasındır, hasretinde…”


Böyle başlıyor AŞK.
Eğer ne olduğu anlatılabilseydi, ancak böyle anlatılırdı…

Elif Şafak’ı okumaya Mahrem’le başlamış, ustalıklı kelimelerinin büyüsüne daha ilk sayfalarda kapılmış, günümüzde pek rastlanmayan ölçüde yetkin bir hikaye anlatıcısıyla tanıştığımın ayırdına varmıştım. Mahrem’den sonra, yazdığı ve yazacağı tüm kitapları okuma listeme aldım. Kısa bir süre sonra Araf yayınlandı. Tam da ben, kendi hayatımın arafındayken! Hiçbir şey tesadüf değil ki…

Siyah Süt yayınlandığında, annelik üzerine yıllardır düşündüğüm ama kendime sormaya korktuğum sorular, sorgulamalarla yüzleştim. Ve yanıtlarla buluşuverdim… Aslında bundan daha fazlasını yaptı bu kitap. Beni içimde yaşayan diğer kadınlarla tanıştırdı. Elif Şafak kendi içindeki kadınları yazmasaydı da tanışırdım onlarla belki, ama kimbilir ne zaman olurdu bu…

Mevlana ve Şems üzerine bir hikaye kaleme almakta olduğunu bir röportajında okuduğumda ise hiç şaşırmadım. Sanki bunu bekliyordum. Elif Şafak nihayetinde AŞK’ı yazacaktı. Kitabın elime ulaşacağı günü beklemeye başladım. Nihayet o gün geldiğinde, hep beklediği armağan eline verilmiş bir çocuk kadar sevinçliydim. Kitabı içime sindire sindire, ağır ağır okudum… Bir çırpıda bitebilecekken, bitmesin bu hikaye(ler), uzun zaman benimle kalsın istedim. Şeker pembe kapaklı bu kitap günlerce çantamda, başucumda, çekmecemde durdu… Günlerce kafamın içinde, not kağıtlarında dönüp dolaşan cümlelerle nefes aldım. Sayfalar arasında ilerledikçe, aylardır kapağını açmadığım defterime yöneldim nihayetinde, yani kendi içime… Günlerdir kendime sorular sorup duruyorum, sorular sorup defterime yazıyorum içime doğan –ve pek çoğunu Sufilerin kırk kuralında bulduğum- yanıtları…

Kendi hikayemin tesadüf gibi görünen ama asla öyle olmayan bir yaşantılar zinciriyle şekillendiğini hep biliyordum.
Aşkın beni değiştirip başka biri yapacağını ise şimdilerde öğrendim.
Buna direnmek yerine, teslim olmam gerektiğini anladığımda huzurla doldu içim.
Benlik, boşluk ve hiçlik üzerine düşünürken bugünlerde, kelimeleri bir araya getirmekte zorlanıyorum…
O nedenle, AŞK üzerine daha fazla yazamayacağım…

Yorum Gönder

 
Top