0


( Babam Sabahattin Gencal - Annem Nurhayat Gencal, Yuvacık, 2008 )

Kurban Bayramı dolayısıyla ara verdiğim yayınlarımıza   canım annemin Damla'da yayınlanan bir yazısıyla başlıyoruz. Sevgili annemin can-ı gönülden gelen duygu ve düşüncelerine katılıyor ve tüm öğretmenlerimizin Öğretmenler Gününü kutluyorum.
Fuat Gencal


ÖĞRETMENLERLE İFTİHAR EDİYORUM


Işığı yaymanın sadece iki yolu vardır:     
ışık veren mum veya ışığı yansıtan ayna olmak.
(Edith Warton)




I


Eşim, zaman zaman “Sen öğretmen kardeşi, öğretmen eşi, öğretmen annesisin.”diyerek gururumu okşar.
İltifat görmek güzel. “Marifet iltifata tabidir.” diyen ne güzel söylemiş. Gerçekten insanın içi ısınıyor. Başka deyişle, iltifat hareketlerden önceki ısınma hareketleri işlevini görüyor gibi.
“Gururumu okşuyor.”cümlesindeki “gurur”u kibirlenme anlamında kullanmadım. Bizim sözlüğümüzde kibir yoktur. Gururu, nasıl desem, ailemle, öğretmenlerle iftihar anlamında kullanmak istedim.Yani, eşim sözleriyle, iltifatlarıyla iftihar duygularımı, koltuklarımı kabartır.
*
Ağabeyim ilkokul öğretmeniydi. 16 yaşımdayken ağabeyime hizmet için öğretmen olduğu köye gittim. Bir yıl hizmetinde bulundum.
Eşim ortaokul Türkçe öğretmeniydi. Onunla Türkiye’yi dolaştım, hayatı paylaştım.
Oğlum İngilizce öğretmenidir. Oğlumu yetiştirmek için il ve ilçe değiştirdik; ev değiştirdik.
Özetle öğretmen değilim; ama öğretmenlerle sıkıntıları paylaştım. Onlara destek vermeğe, hizmet vermeğe çalıştım. Öğretmen değilim; ama öğretmenlik duygularıyla yoğruldum. Öğretmenliği yaşadım.
Yazılı kâğıtlarıyla, ödev kâğıtlarıyla evimize gelen tüm öğrencileri görür gibi olurdum. Hepsini sever; yetişmeleri, gelişmeleri için ortam hazırlardım. Devletimizin yapmadığını, yapamadığını yapmağa çalışırdım. Nasıl mı? Ağabeyimi, eşimi, oğlumu… tek kelimeyle öğretmeni huzurlu kılarak, öğretmenliğin kıvancını, onurunu tattırarak…
Öğretmenlik her zaman olduğu gibi bugün de kutsal bir meslektir. Öğretmenler her halükârda meslek kutsallığını unutmayan, fedakârca çalışan eli öpülesi kişilerdir.
En sonunda söylenmesi gerekeni başta söyleyiverdim. Söyledim kurtuldum. Bundan böyle daha rahat, daha serbest anlatabilirim.
*
6 ya da 7 yaşımdaydım. Selahattin ağabeyim elimden tutarak beni okula götürürdü.
“Beni buraya niçin getiriyorlar?” diye düşünürdüm. Derste uyumamak için kendimi zor tutardım. Teneffüslerde yüzümü yıkardım. Son dersten çıkınca ağabeyime koşardım.
Koşarken merdivenlerden yuvarlandım. Bayburt Cumhuriyet İlkokulu merdivenleri birçok arkadaşımızı yükseltti. Birkaçı bakan bile oldu. Ama ben bu merdivenleri acı ile hatırlıyorum. Hatıralarımı sonradan anlatmak üzere saklıyorum.
İkinci sınıfta elimden tutan yoktu. Selahattin ağabeyim Erzurum’un Ilıcasındaki Pulur Köy Enstitüsüne gitmişti.
Ağabeyim ayrılığa, soğuğa dayanamadı. Ortama uyamadı. Verem oldu. Birkaç sene sonra Isparta Gönen köy Köy Enstitüsüne nakloldu.
Ağabeyim veremden kurtuldu; ama köy enstitüleri kapanmaktan kurtulamadı.
Köy enstitülerine kilit vurulmadı tabii; ama programları değiştirilerek ilköğretmen okulu haline getirildi. Yanılmıyorsam o sene ağabeyim mezun oldu. Yani ilk öğretmen okullarını ilk mezunlarından oldu.
Ağabeyimin hasta olması benim de gözümü korkutmuştu. Korku olmasaydı, belki ben öğretmen olurdum.
Ağabeyim Gümüşhane’nin Torul ilçesinin Köstre Köyü ilk okuluna tayin oldu. Rahmetli Lütfiye ablamı yanında götürdü. Köyde okul yeni açılmıştı. Yeni öğretmen, yeni okul, yeni heyecan…
Yediden yetmişe tüm köye hizmet verdi ağabeyimle ablam.
Ablam ilkokul mezunu bile değildi. Bayburt’ta dikiş nakış, yemek … vb. gibi kurslara gitmişti. Bu kurslarda öğrendiklerini köy kadınlarına, kızlarına aktardı.
Anlatırken bile coşuyor insan. Kısaca Selahattin ağabeyin bilgi ve becerilerini yağmaladı köylüler. Ağabeyim yağmalandıkça büyüdü. Bilgilerini verince bilgilendi…
O dönemler, sanırım başka yerlerde de suya hasret topraklar gibi okumaya hasret çekenler vardı. Saygı, sevgi, heyecan vardı.
*
Ara not olarak yazayım.
Eşim Sabahattin ortaokul öğretmeniydi. İl ve ilçelerde, sözünü ettiğimiz hasret, coşku yoktu. Ancak Sabahattin sessiz, sakin, sabırlı, planlı, istikrarlı olarak büyük bir güvenle çalışarak öğrencilerini ve onların yanında, dolaylı da olsa, velileri yetiştirdi.
Oğlum Ahmet zamanında yani bugün değil veliler, öğrenciler bile heyecan duymuyor.
Eğitimde ilgi, arzu, coşku çok önemli olsa gerek. “Söndürür küçük ateşleri rüzgâr, büyük ateşler rüzgâr estikçe parlar.”
O kadar da karamsar değiliz tabii. Az da olsa bir ilgi yok değil. Demek istediğim oğlum çok daha faydalı olabilirdi.Öğrencileri, velileri “parlatabilirdi”. Avrupa’nın birkaç ülkesine, Çin’e, Tayvan’a gitti. Tercümanlık  yaptı… Bilgisayarı çok iyi kullanabiliyor. Bir kent kurma oyununda 1999’da dünya şampiyonu oldu. Demem o ki dayısı, babası kara tahtadan, kurşun kalem ve kâğıttan başka imkân tanımazken o, teknikle oynuyor. Dayısının, babasının çevresi çok darken o, dünyayı dolaşıyor… Öyleyken faydalı olamıyor.
Yanlış anlaşılmasın, “Faydalı olamıyor.” derken “Gönlümüzün istediği gibi olamıyor.” demek istiyoruz. Yoksa  dayısı gibi, babası gibi o da takdirnameleri topluyor.
*
Ağabeyim öğretmenliğinin ikinci senesinde Bayburt’un Saracık köyüne nakloldu. Ablam nişanlandığı için yanında beni götürdü.
Anne baba hasretini, köy kızlarını öğreterek giderdim. 16 yaşımdayken Akşam Sanatın açtığı dikiş-nakış, yemek… vb. gibi  kursları yeni bitirmiştim. Elimden geldiği kadar faydalı olmaya çalışıyordum. Demek ki bir yıl fahri öğretmenliğim oldu benim de.
*
Hafta sonlarında ağabeyimin bisikletiyle Keleverek köyüne yani köyümüze giderdik. Babam Erzurum’un  Horasan ilçesinin Hızırilyas  tren istasyonuna şef olarak gitmişti. Onun için akrabalarımızda kalırdık. Allah rahmet etsin akraba büyükleri ayrılık hasretimizi giderirdi.
Saracıktaki bir yıl birkaç paragrafla anlatılabilir mi? Anlatılamaz tabii.
Yol yoktu belki; ama herkes yürümeğe, ilerlemeğe çalışıyordu.
Elektrik yoktu ; ama köylülerin, çocukların gözlerindeki ışık, yüreklerinden gelen ışık ortalığı aydınlatıyor; bizi umutlandırıyordu.
Umudumu hâlâ yitirmiş değilim; ama gözlerdeki o ışıkları hiç göremedim.
“Işık yok.”demiyorum, “Göremedim.”diyorum. Çünkü bir sonraki sene ağabeyim evlendiği için köye gitmedim. Annemin babamın yanına gittim.
Annemin dizi dibinden ayrılmadım. Seneler sonra (Bana uzun geliyordu  zaman, onun için seneler diyorum.) Samsun’un Ulaş tren istasyonuna geldik.
Çok geçmedi Sabahattin’le nişanlandık.
Nişanlıyken Samsun Olgunlaşma Enstitüsünün açtığı kurslara devam ettim. Okula Behram ağabeyim getirip götürürdü beni.
1964’te Sabahattin’le evlendik. Bundan sonra eğitime katkım dolaylı olmuştur belki. İnşallah olmuştur.
Sabahattin’in uysal, olgun ve anlayışlı olduğu kadar sert, kıskanç, kararlı bir kişiliği var. Onun için eğitime katkım hep dolaylı olmuştur.
Ordu-Perşembe, Samsun, Van-Muradiye, İzmit-Bahçecik, İzmit- Derince, İstanbul…Kısaca Türkiye’yi dolaştık. 12 ev değiştirdik. Demesi kolay öğretmen maaşıyla bu zorluğun üstesinden gelmeye çalıştık.
Bir bölgede kaldığımız kısa zamanda tanıdıklar olabilir; ama köklü arkadaşlık, dostluk kurulabilir mi? Göçebelerin kültürü gelişebilir mi?
“Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” diyen Atamızın istediği, özlediği muasır medeniyet seviyesine niçin hâlâ çıkamadık? Bu sorunun cevabını ilgililer düşünür mü acaba?
Aslında hepimiz ilgiliyiz. Daha doğrusu ilgili olmalıyız. “Memleket meselelerinde herkesin bir düşüncesi, bir katkısı olmalıdır.”
Ben de acizane olarak düşünüyorum:
Ağabeyimin coşkusu, eşimin bilgi ve çalışkanlığı, oğlumun imkânları bir araya gelse…
Gelseyle, olsayla olmayacağını biliyorum ya yine de söylemeden duramadım.
*
Ağabeyim köy enstitüsü ve öğretmen okulunda okudu. Eşim öğretmen okulu, oğlum da Anadolu lisesi mezunudur. Ağabeyimin ve oğlumun okullarından söz ettiğini duymadım. Ama Sabahattin?  Eğitim enstitüsünü ve hukuk fakültesini bitirmesine rağmen; TODAİE’de master yapmasına rağmen bu okullardan hiç söz etmez. “Ben öğretmen okulu mezunuyum.” der. Öğretmen okullarının kapanmasına ne kadar üzüldüğünü anlatamam. Şimdi bile öğretmen okulu bahsi geçince gözleri yaşarır.
Sabahattin’in duygusallığını tasvir için yazmıyorum bu satırları. Söylemek istediğim şudur:
Öğretmen okulları tekrar açılmalıdır. O coşku tekrar yaratılmalı, “nura doğru” tekrar yürümelidir.
Bu konuda duacıyız. Evet biz artık sadece dua etmekle katkı sağlayabiliriz. Hasta halimizle başka bir şey gelmez elimizden.


( Sabahattin Gencal - Nurhayat Gencal, Yuvacık, 2009)

II
Hayat arkadaşım Sabahattin’le geceyi gündüzü, neşeyi sıkıntıyı, acıyı tatlıyı… her şeyi paylaşıyoruz. Hastalıkları da, acıları da olağan karşılıyoruz. Şikâyet etmiyor, umudumuzu yitirmiyor, “an”larımızı değerlendirmeye çalışıyoruz. Bu arada “karınca kadarınca” sözünü eklememiz gerekir.
Sabahattin yazar olamadı; ama arada bir yazıyor. Günümüzü, 24 saatimizi nasıl geçirdiğimizi yazmıştır. Onun için ben ayrıntıya girmiyorum. Aklıma gelen birkaç sahne yazayım.
Mayıs ayının ilk haftasında bir gün… hangi gün olduğunu hatırlamıyorum. Hatırlamam da önemli değil tabii. Niçin önemli değil? Ha pazartesi olmuş, ha cuma. Bizim için fark etmez. Bizim her günümüz pazar. Sabahattin her gün tatil. Emekli ya… Alıştık buna. Bu durumu anlatmasını beceremiyorum. Ancak emekliler beni iyi anlar.
Sabahattin 1992’de emekli oldu. Daha emekli işlemleri bitmeden özel bir okulda idareci olarak göreve başladı. 1999’da özel okuldan ayrıldı.
Bir gün evdeyiz. Her gün bazı tv dizilerini izlerdim. O gün izlemedim. Niçin izlemedim? Sabahattin evdeydi ya günü şaşırmıştım. Pazar olduğunu zannediyordum. Şimdi şaşırmıyorum. Az önce “Her gün pazar.” deyişimi anlamışsınızdır.
Biraz önce ne diyordum? 2006 yılının Mayısının ilk günlerinden bir gün, rahatsız olduğum için güpegündüz yatağa uzandım. Sabahattin de yanı başımda eski dosyaları, defterleri karıştırmağa başladı.Bazı yazıları da bana okudu. Sağ olsun şiir, hikâye, fıkra… güzel olan, ilginç olan bir şey varsa okur bana. Okuduğu konu dikkatimi çeker; ama okuması, o andaki duygusallığı kanıma karışır. Ben O olurum, O da ben…
Selahattin ağabey için 1974’te yazdığı akroştişi duygulandırdı beni. Akroştişi Vanın Muradiyesinde ortaokul  öğretmeniyken yazıp Samsun’a Selahattin ağabeye gönderdi. Selahattin ağabey de duygulanmıştı. Emekli olmuştu. Veda günü yapılmıştı okulda. Okuldan eve dönüşü almıştı mektubu. Zamanlamada bu ne tesadüf… “Veda partisinde ağlamadım, akrostişi okuyunca ağladım.”dedi.
Ben de şimdi ağlıyorum. Şiire değil ağabeyime gidemediğim için ağlıyorum. İzmit’in Yuvacık’ı ile Üsküdar arası çok uzak sayılmaz. Bir buçuk iki saatte gidilebilir. Öyleyken gidemedim ağabeyimi görmeye.
Ağabeyim kalp ameliyatı olacak. O da duygulandırıyor beni. Anıt öğretmenin kalbi tekliyor.
Bir ara not yazayım. Yengem de kalp ameliyatı oldu. Bu operasyonda büyük yardımları olan profesör doktor x ağabeyimin öğrencisiydi. Öğrencilerin kalpleri iyileştirmesi ne güzel. Öğrencilerin gönülleri fethetmesi ne güzel. Bu güzellikler anlatılamaz, yaşanır…
Sabahattin’le çok güzel duygular yaşadık. Şimdi, yaşadıklarımızdan değil şiirden söz edelim. Açıkçası Sabahattin’in ağabeyim için ikimizin adına yazdığı akrostişi okuyalım:


Selahattin Gencal, Ahmet Gencal, Muradiye - 1974
ANIT ÖĞRETMEN


S en
E lveda derken öğretmenliğe
V arlık verdin bin bir çiçeğe.
G ötürdün öğrencileri
İ leriye ileriye…
L âleler, Menekşeler, Yasemenler
İ çinde geçti günler.


S eni unutturamaz mevsimler.
E n güzel yıllar geçti okulda
L âkin yaşam da bir, okul da…
A ydınlatacaksın yine her konuda.
H er zil çalışta
A ranacaksın sınıfta.
T arlada çalışan çiftçi gibi
T er döktün okulda.
İ çinde meslek sevgisi iman gibi
N asıl aranmazsın sınıfta?

A tan
Ğ araçoğlu
A şıksın mesleğe.
B iliyoruz kolay değildir
E lveda demek öğretmenliğe.
Y anında öğrencilerin olmasa da
İ çinde olacaksın mesleğin,
M utluluğunu duyacaksın yine öğretmenliğin.
İ çinde öğrenciler olacak
Z iller çalacak, yalnız
E llerinde tebeşir olmayacak…

S en
A nıt olacak öğretmensin,
Y arınlara örnek
G österileceksin.
I şığın öğrencilerle yayılacak
Y arınlarda da ışıyacak, aydınlatacak.
L ayiktir size evren boyu sevgiler, saygılar
A llah'tan dileriz: Emeklilikte de mutlu yaşantılar.
                                        
       Kardeşleriniz
                              Sabahattin- Nurhayat Gencal


Şiir duygulandırır insanı. Şiirin yazılma sürecini, anısını bilmek daha da duygulandırır. Nasıl özetlesem. Sizler duygu tüneline girerken ben hem duygu hem zaman tüneline giriyorum. Mısralara takılıp kalmıyor, eğitim kavramlarını düşünemiyorum. Nasıl düşünebilirim. “Bir uzaydır düşünce/ kelimeler uzayda yürüyenler.”diyen şair gibi de düşünmüyorum. İnanır mısınız, bu anda ağrı ve sızı da duymuyorum. İçimden şair olmak geliyor. İçimden Sabahattin için de bir şiir yazmak geliyor. Yazamıyorum tabii. Yalnız Sabahattin’e “ Bir şiir de kendin için yaz.”diyebiliyorum.
İnsan kendisi için yazmaz, yazamaz. Yalnız, insan ancak kendisinde olanı başkalarında görebilir. Onun için diyorum ki Sabahattin’in tüm yazılarında, mısralarında kendisini görmek mümkündür.
Sabahattin’i kendi yazılarından okuyabilirsiniz. Onun için ben eşim Sabahattin’den değil oğlumdan söz edeceğim.




III



İzmit’in Bahçecik beldesindeydik. Ahmet ilkokuldan sonra Anadolu lisesi sınavlarına girdi. Kocaeli Anadolu Lisesini kazanamadı. Krd. Ereğli Anadolu Lisesini kazandı. Okula kaydını yaptırdık. Krd. Ereğlide bir ev tuttuk. Ben, büyük oğlumla beraber Ahmet’le kaldık.
Sabahattin Bahçecikte yalnız kaldı. Her cuma akşamı Ereğli’ye gelir, Pazartesi sabahı Bahçecik’e görevinin başına dönerdi. Telefonumuz yoktu; ama her gün mektup atardı bize. Öyle ki postacı da şaşırmıştı; böylesini hiç görmemişti. Sabahatti’i sanki kamerayla izliyor gibi olurduk. Bir müddet sakladık o mektuplar. Keşke yok etmeseydik onları.
Krd. Ereğlide bir yıl kaldık. Bu bir yıl beynimize öyle kazıntı ki… Bu anda da o günleri yaşıyor gibiyim. Tv dizsi izliyor gibiyim. Bu filmi değil, filimden birkaç kare anlatayım.


*
Bir gün çocuklarla (Fuat ve Ahmet’le) oturuyorduk. İçime doğdu. “Babanız geliyor. Arabadan indi, sokağa girdi, merdivenlerden iniyor, zile uzandı…” dedim. Tam o sırada zil çalınca sevinç, hayret, giz, heyecan… birbirine karıştı. Sabahattin gelmişti.
Tamı tamına değil; ama birkaç kez böyle olmuştu. Sabahattin’le aramızda telepati mi vardı? Aramızda ne olduğunu bilmiyorum; ama birbirimizi tamamladığımız kesindir.


*
Bir gün Ahmet babasını yolda karşılamak istedi. Otobüsün geçiş saatini aşağı yukarı biliyorduk ya kabul ettim Ahmet’in isteğini.
Akşam karanlığında büyük bir çarpma-patlama sesi ile sarsıldım. Kapıya çıktım. “Trafik kazası oldu.” dediler. Ne yapacağımı şaşırdım. Ahmet’i aramaya gitsem… Sabahattin bizi evde bulamazsa, trafik kazası da olduğunu öğrenirse ne olur, nasıl olur? Komşuya rica ettim, Ahmet’in gittiği yeri tarif ettim… Komşu kabul etmeyince yola düştüm. 3-5 dakika 3-5 ay gibi gelmişti bana. Elektrik direğinin altında Ahmet’i görünce dünyalar benim oldu. Sonra da sevindiğime üzüldüm. Araba Ahmet gibi bir çocuğa çarpmıştı. O çocuğun annesini düşündüm. Sevinç ve acı karışımını anlatamam.
*
Çocuklar için endişelenme çarpma gibi, top sesi gibi ağır: ama sorumluluk daha da ağır. Gerek büyük oğlum Fuat’ın, gerekse küçük oğlum Ahmet’in eğitim sorumluluğu Sabahattin’in üzerindeydi. Ben rahattım. Ne var ki Ahmet’in hazırlıkta okuduğu sene yani Krd. Ereğli’de oturduğumuz sene sorumluluğum çok ağırdı. Bir sonraki sene Kocaeli Anadolu Lisesine gidebilmesi için notlarının yüksek olması gerekiyormuş. Onun için de gayret ettirdim. Ameliyatlı olmama rağmen, geç saatlere kadar çalıştırdım ve teşekkür aldırdım. Sabahattin de bana takdirname verdi. Çalıştırma yöntemimi beğendi. Hafızlık eğitiminde ve modern eğitimde kullanılan yöntemi kullandığımı söyledi. Ben öyle yöntem möntem düşünmeden çalıştırdım. Demek ki aklın yolu birmiş.


*
Bir ara not yazayım. Kusura bakmıyorsunuz değil mi? Sabahattin bu konuda kınar beni. “Sözün akışını bozma, konudan konuya geçme…” der. Ama ne yapayım, unutuyorum. Onun için aklıma geldiği anda söyleyi veriyorum.
Sorumluluktan söz ediyordum. Öğretmenlere Allah kolaylık versin. Biz bir çocuğun sorumluluğunu taşıyamazken öğretmenler yüzlerce çocuğun sorumluluğunu sırtlarında taşıyorlar.


*
Sabahattin söylemedi; ama ben eksiğimi zamanla anladım. Ahmet’e kendi kendine çalışabilmeyi öğretemedim. Kocaeli Anadolu Lisesini sene kaybetmeden bitirdi gerçi; ama ilk tercihi İstanbul fakültelerini kazanamadı. Bursa Uludağ Üniversite’si İngilizce Öğretmenliği bölümünü kazandı.
Büyük oğlum Fuat, Anadolu Üniversitesi Bilecik Seramik bölümünü bitirdi. Ancak seramikte çalışmadı; akrabamızın İstanbul’daki giyim mağazasında çalışmayı tercih etti. Ahmet’te Bursa’ya gitti. Ailemiz parçalandı.
Ailenin parçalanması iyi olmuyor. Hafta sonları çocukların bize gelmek için yollara düşmesi de korkutuyordu bizi. Trafik canavarından hâlâ korkarız.
Ailemizi birleştirmek için Sabahattin müdürlüğü bıraktı, lojmanı bıraktı. İstanbul’a naklini istedi. Ahmet de İstanbul Marmara Üniversitesine yatay geçiş yaptı. Ve tekrar aile bir araya geldik.
…..
Önce Fuat’ı uçurduk yuvadan. Evlendi. Ayrı bir yuva kurdu. Şimdi İstanbul Çavuşbaşında. Ahmet’i de evlendirdik. O da İstanbul Dudulluda. Biz de tekrar İzmit’e döndük. Kürkçü dükkânındayız. Yuvacık beldesindeki yuvacığımızdayız.

IV

Eşim, zaman zaman “Nurhayat’ım” der bana . Memnun olurum. Ne var bunda diyeceksiniz. İsminle çağırıyor. Herkes de isminle çağırmaz mı? Orası öyle; ama eşim anlamlı söyler, ismimin anlamını hatırlatır gibi söyler. Hayatını nurlandırdığımı, ışıklandırdığımı, ısıttığımı ima eder… Böyle olunca da memnun olurum. İlâç içmiş gibi olurum.
Eşim, zaman zaman da  “Hayatım”, “Nuruşum” der bana. Yine memnun olurum. Onu memnun etmiş olmanın rahatlığını hissederim. Yine ilâç içmiş gibi olurum.
İlâç içmekten çok mu söz ettim. Yirmi beş yıl içinde 6 ameliyat geçirdim. Defalarca hastanelerde yattım. Sürekli ilâç kullanıyorum. Böyleyken ilâçtan söz etmem çok mu. Şunu da yazayım; Sabahattin’in sözleri ilâçtan daha iyi gelir bana. Bu tecrübeyle sabittir.Doktorların da herkesin de dikkatine sunarım.
Sabahattin, tanıyanlar bilir çok az konuşur. Kelimeleri ilâç gibi ayarlar. Dozunu kaçırmaz. Tam zamanında; ne az ne de çok…
Sabahattin’in iltifatlarından en çok hoşuma gideni yazayım mı?
“Sen öğretmen kardeşi, öğretmen eşi, öğretmen annesisin…”
Mutlu oluyorum. Herkesin de mutlu olmasını diliyorum.

Nurhayat Gencal, Yuvacık, Mayıs 2006




Yorum Gönder

 
Top