Festivalde izlediğim ilk filmin bu kadar güzel, bu kadar etkileyici olmasını beklemiyordum aslında diyeceğim, neden diye düşüneceğim sonra… Sanırım o gün henüz festival havasına girememiş olmamdan…
Festival kitapçıklarını çıkar çıkmaz edinen, gideceği filmlere önceden bilet ayarlayan biri olarak bu sene hayat telaşesine kapılıp geç kalmıştım festival ruhuna girmek için, belki ondan..
Yoksa.. yoksa festivali hep Beyoğlu sokaklarında kovalamaya alışkın olduğumdan, bu ilk filmi evime çok yakın olmasına rağmen alışamadığım / bilmediğim Nişantaşı’nın o lüks alışveriş merkezinde, devasa cam duvarlı asansörle çıkılan bir sinemada izleyecek olmanın tuhaf yabancılık duygusu muydu bu? Evet.. muhtemelen buydu sebep…
Festivalin ilk günü olan Cumartesi öğleden sonrasında, epey canımı sıkan diş problemlerimin halledilmesi için oturduğum dişçi koltuğundan ilk seansın bitmiş olmasının rahatlığıyla kalkmış, Nişantaşı’na yollanmıştım. Henüz çenemin uyuşukluğu geçmediği için acı hissetmiyordum. Başka bir alternatif bulamayıp Gloria Jeans’te bir tost ve güzel bir fincan kahveyle akşam yemeğimi geçiştirdikten sonra sinema salonuna çıktım. Bilet kalmamıştı ama biraz beklersem sahibi gelmeyen davetiyelerden alabilecektim. Nihayet biletime kavuşup çok da iyi bir yerde olduğumu görünce gevşeyerek yayıldım rahat kırmızı koltuğa. Festival ruhu ancak o zaman sarmaya başladı beni, ışıkların söndüğü o an… Yaklaşık 2 saat süren, hiç bitmesin istediğim o rüya böyle başladı… Çenemin nasıl sızladığını, filme ara verilmeyeceğini unutup yanıma bir şişe su bile almadığımı ancak bittiğinde fark ettim.
Bir hastane odasında açılır film. Ciddi yüzlü doktorlar, karşılarında oturan ve endişesi yüzünden okunan Trudi’ye, kocası Rudi’nin hastalığıyla ilgili kötü haberi vermektedir. Ardından bu yaşlıca çiftin rutin hayatından kesitler izleriz. Her gün aynı saatte aynı şeyleri yapmaya alışmışlardır, şimdi belki de değişen tek şey, kadının kocasından gizlice akıttığı gözyaşlarıdır. Trudi, bu rutine alışmış ve yerinden kıpırdamak istemeyen kocasını uzun bir seyahate çıkmaya ikna etmenin yolunu bulur. Gidip her biri farklı yerlere dağılmış ve farklı hayatlar yaşayan çocuklarını göreceklerdir.
Çocukları, anne-babalarının bu ani ziyaretine şaşırdıkları kadar rahatsız da olurlar. Onlara iyi vakit geçirtme çabaları, günlük hayatlarının yoğun temposu içinde sıkıcı bir zorunluluk halini alır. Patlamaya hazır bir aile çatışmasının ortasında kalacakları sırada, lezbiyen olan kızlarının sevgilisi, Trudi’yi bir butoh* dansı gösterisine götürür. Trudi gözyaşlarıyla izler sahnedeki dansçıyı... Onun gizli hayali bir butoh dansçısı olmaktır. Rudi ise bu dansı “aşırı ve uç” bulduğu için desteklememiştir bu hayalini, Trudi de sadece dans makyajı ve kostümleriyle fotoğraflar çektirebilmiştir. O gece otelde kocasına sarılıp danseder onunla, sırtında bir kimonoyla. Rudi ise şaşkınlıkla eşlik etmeye çalışırken “neler oluyor sana böyle?” der sadece, karısının ruhunda kopan fırtınalardan haberi olmadan… Trudi o gece sonsuz uykusuna dalar..
Rudi karısının öldüğüne inanamaz... Girdiği şok ve acıdan daha baskın olan duygu, onsuz bir yaşama dair hiçbir fikri olmamasıdır, şimdi ne yapacağını bilmemektir endişesi... Çocukları da aynı düşünceler içinde –ama başka çaresi yok diyerek- babalarını evine yolcu ederler.
Festivalin ilk günü olan Cumartesi öğleden sonrasında, epey canımı sıkan diş problemlerimin halledilmesi için oturduğum dişçi koltuğundan ilk seansın bitmiş olmasının rahatlığıyla kalkmış, Nişantaşı’na yollanmıştım. Henüz çenemin uyuşukluğu geçmediği için acı hissetmiyordum. Başka bir alternatif bulamayıp Gloria Jeans’te bir tost ve güzel bir fincan kahveyle akşam yemeğimi geçiştirdikten sonra sinema salonuna çıktım. Bilet kalmamıştı ama biraz beklersem sahibi gelmeyen davetiyelerden alabilecektim. Nihayet biletime kavuşup çok da iyi bir yerde olduğumu görünce gevşeyerek yayıldım rahat kırmızı koltuğa. Festival ruhu ancak o zaman sarmaya başladı beni, ışıkların söndüğü o an… Yaklaşık 2 saat süren, hiç bitmesin istediğim o rüya böyle başladı… Çenemin nasıl sızladığını, filme ara verilmeyeceğini unutup yanıma bir şişe su bile almadığımı ancak bittiğinde fark ettim.
Bir hastane odasında açılır film. Ciddi yüzlü doktorlar, karşılarında oturan ve endişesi yüzünden okunan Trudi’ye, kocası Rudi’nin hastalığıyla ilgili kötü haberi vermektedir. Ardından bu yaşlıca çiftin rutin hayatından kesitler izleriz. Her gün aynı saatte aynı şeyleri yapmaya alışmışlardır, şimdi belki de değişen tek şey, kadının kocasından gizlice akıttığı gözyaşlarıdır. Trudi, bu rutine alışmış ve yerinden kıpırdamak istemeyen kocasını uzun bir seyahate çıkmaya ikna etmenin yolunu bulur. Gidip her biri farklı yerlere dağılmış ve farklı hayatlar yaşayan çocuklarını göreceklerdir.
Çocukları, anne-babalarının bu ani ziyaretine şaşırdıkları kadar rahatsız da olurlar. Onlara iyi vakit geçirtme çabaları, günlük hayatlarının yoğun temposu içinde sıkıcı bir zorunluluk halini alır. Patlamaya hazır bir aile çatışmasının ortasında kalacakları sırada, lezbiyen olan kızlarının sevgilisi, Trudi’yi bir butoh* dansı gösterisine götürür. Trudi gözyaşlarıyla izler sahnedeki dansçıyı... Onun gizli hayali bir butoh dansçısı olmaktır. Rudi ise bu dansı “aşırı ve uç” bulduğu için desteklememiştir bu hayalini, Trudi de sadece dans makyajı ve kostümleriyle fotoğraflar çektirebilmiştir. O gece otelde kocasına sarılıp danseder onunla, sırtında bir kimonoyla. Rudi ise şaşkınlıkla eşlik etmeye çalışırken “neler oluyor sana böyle?” der sadece, karısının ruhunda kopan fırtınalardan haberi olmadan… Trudi o gece sonsuz uykusuna dalar..
Rudi karısının öldüğüne inanamaz... Girdiği şok ve acıdan daha baskın olan duygu, onsuz bir yaşama dair hiçbir fikri olmamasıdır, şimdi ne yapacağını bilmemektir endişesi... Çocukları da aynı düşünceler içinde –ama başka çaresi yok diyerek- babalarını evine yolcu ederler.
Boş eve girdiği ilk gece, eşinin kimonosuyla birlikte uyur Rudi.. Şimdi baskın olan duygu, eşine sevgisini yeterince gösteremediği duygusudur. Ertesi sabah nereye gideceğini bilerek uyanır. Karısını anlama ve tanıma yolculuğunda (acı verici olan bu yolculuğa onu yitirdikten sonra çıkmasıdır zaten), onun hep hayalini kurduğu Japonya’ya, tam da kiraz festivali zamanında gidecektir.
Japonya’da yıllardır görmediği oğlunun evine sığınır. Tam anlamıyla “sığınır”, çünkü hem gidecek yeri yoktur hem de oğluyla arasında uçurumlar vardır. Oğlu devasa bir binadaki hücresinde yoğun bir tempoyla çalışıp, tek başına yaşadığı dairesine ancak uyumaya gelirken, Rudi kiraz çiçeklerini görmeye, sokaklara çıkar… Bir parkta tanıştığı 18 yaşındaki butoh dansçısı Yu, ona yeni ufuklar açacaktır. Annesinin ölümünden sonra, onu hissedebilmek için dans ettiğini anlatır Yu. Butoh gölge dansıdır, aslında siz dans etmezsiniz, gölgeniz dans eder, siz onun peşinden gidersiniz. Gölge, yakalamak istediğiniz her şey olabilir... Sokaklarda yaşayan bu genç kız ve yaşlı adam arasında ortak acılarından kaynaklanan bir dostluk kurulur kısa zamanda.
Yu, Fuji dağını da görmek isteyen Rudi’ye eşlik edecektir. Filmin başında çıkacakları seyahatten bahsederken “belki de artık Fuji’yi görmeliyiz” diyen karısına, “ne olacak ki.. bütün dağlar gibi bir dağ işte” diyen Rudi, onun ölümünden sonra bulduğu ve Fuji’nin mitolojik resimlerini içeren kitabın sayfalarını büyülenerek çevirmiştir. Ama Fuji yüzünü her zaman ve her isteyene göstermez.. Böyle der Yu, onu olası bir hayal kırıklığına hazırlamak için. Rudi yerleştikleri pansiyonda, sabah sisleri arasından Fuji’nin görkemli zirvesinin görünmesini sabırla bekleyecektir…
Alman yönetmen Doris Dörrie’nin çarpıcı filmi "Kiraz Çiçekleri", geçtiğimiz yıl çeşitli festivallerde ödüller almış. Vizyona gireceğini sanmam, dvd’si çıkar mı bilinmez… Ne mutlu bana ki festivalde izleme şansına sahip oldum. Festivaller işte bunun için güzel, böyle şanslar, böyle armağanlar sundukları için.
* BUTOH: Japon kültürünün içinden doğan ve 1950'lerden sonra gelişen Butoh Dansı, bir anlamda Japon sanatçıların 2. Dünya Savaşından çıkmış bir dünyada, kendilerini ifade etmek için geliştirdikleri dans formudur. Butoh dansçıları bedenlerine ve bedenin hareket ettiği uzama, modern dansın o zamana kadar yaklaştığı biçimlerden çok farklı biçimlerde yaklaşır. Doğa ve evrenle bir olmak düşüncesi önemlidir. Beyaza boyadıkları bedenlerini iyice nötrleştirir, cinsiyetlerden sıyrılırlar. Butoh dansçısının beyazlatılmış yüzü dinamiktir, masumiyet, endişe, korku ve sonsuzluk gibi ifadeleri içerir. (Alıntı: http://www.sahneden.com/)
1903 yılında Paris’te dünyaya gelip 1977’de Los Angeles’ta ölen, Henry Miller’in büyük aşkı olarak bilinen Anais Nin’le benim ilk tanışmam, günlükleriyle olmuştu. Kalemi eline aldığı günden beri durmaksızın yazan, ölümünün ardından ciltler dolusu günlükleri bulunan bu kadının yazma tutkusu kadar, ruhu da etkilemişti beni o günlüklerden bir kısmını okuduğumda. Sanata ve aşka duyduğu sonsuz tutkuyla, o tutkudan aldığı cesaret ve güvenle, özgür ruhu ve zamanına göre çok ileri düşünceleriyle farklı bir kadındı Anais.
5 kitaptan oluşan “İçsel Kentler” dizisini okumaya başladığımda açıkçası ilk iki kitap (“Ateş Merdivenleri” ve “Albatros’un Çocukları”), bana hayal ettiğim edebi tadı vermemişti. Bir şeyler eksik kalmıştı sanki o kitaplarda, başka bir şeyler olması bekliyordum sanki, daha derin bir şeyler... Bu duygumun nedenini üçüncü kitabı okumaya başladığımda anladım. Bitirdiğimde, ilk iki kitabın, bu “dört odalı kalp”e ve aslında “içsel kentler”e girmek için birer merdiven olduğuna emin oldum. İşte şimdi İçsel Kentler’deydim ve coşkuyla yazıyordu Anais Nin, kalemini sonsuzca özgür bırakarak, adeta günlüklerine yazdığı gibi yazıyordu.
Dört Odalı Kalp’te, kahramanları Djuna ve Rango’nun dalgalı deniz üstünde bir mavnada yaşadıkları kırık dökük aşklarını anlatırken hem kadının hem de erkeğin iç dünyasına derinden dalmayı başarıyor yazar. Kadın ve erkeğin aynı şiddette duydukları bir aşkı bile nasıl da farklı hissettiklerini, farklı yaşadıklarını ve aşk duygusunun nasıl da anlaşılmaz olduğunu öyle güzel anlatıyor ki… Aşk’la çarpışmış, yara almış olsun, yaralarını sarıp huzur bulmuş olsun, Aşk’la bir şekilde tanışmış herkesin satır altlarını çize çize okuyacağını düşünüyorum bu şiirsel metni..
“Hiçbir çekim anı yoktur ki, geçmişe uzanan, uzun kökleri bulunmasın; hiçbir çekim anı çıplak, çorak toprakta yetişmez; bu rasgele bir güzellik çarpması değil, büyük kederlerin, pişmanlıkların, inkişaf ve çabaların, emeklerin getirdiği, yol açtığı bir çarpılmadır.
… aşk, o yüce uyuşturucu, bütün gizli benlikleri gün ışığına çıkaran agent provocateur”
“Aşk hiçbir zaman doğal nedenlerle ölmez. Ölür, çünkü biz onun kaynağını beslemeyi bilmeyiz; körlük ve hatalar ve ihanetler yüzünden ölür. Hastalıklardan, aldığı yaralardan ölür; bıkkınlıktan, bakımsızlıktan, susuzluktan, donukluktan ölür, ama asla doğal nedenlerle değil.”
“Taraf tutmalısın, siyasi bir parti seçmelisin, bir felsefe seç, bir öğreti seç deyip duruyorlar… Ben insan aşkını, o rüyayı seçtim. Birleştiğim, ittifak kurduğum tek şey, aşk… Onunla trajediyi yenmeyi, şiddeti alt etmeyi umuyorum. (…) Bu düşte hiç kimse ölmüyor, kimse hastalanmıyor, kimse ayrılmıyor. (….) karanlığa, labirente, sevdanın kızgın fırınlarına güvenle dalıyorum. Kimileri, hayal kaçıştır diyor. Kimileri de hayal deliliktir. (….) aşk afyonunun tarafını tuttuğun zaman, tek başınasın. (….) sevdiğin bile o tehlikeli yolculuğa seninle birlikte çıkmaz….”
Yorum Gönder