0
Blogumun yeni şekli ile ilgili planlarımın arasında, okuduğum kitaplarla ilgili bazı düşüncelerim de vardı. Halen de var! Ama sağ sütunda sizlerle son zamanlarda hangi kitapları okuduğumu paylaşmaya başladıktan sonra, bunlardan bazılarını yorumlamak da istedim ve hemen başlamaya karar verdim. Zaman zaman böyle "tarifsiz", ama keyif alacağınızı umduğum yazılar yazacağım...

Ortaokul yıllarında çok severek bol bol okuduğum ve sonra birdenbire bıktığım Agatha Christie romanlarından sonra polisiye okumadığımı ve hatta sevmediğimi itiraf edeyim öncelikle. Bolca cinayet içeren ve başka da bir derdi olmayan kanlı öyküler ne kadar itiyorsa beni; travmalar, kişilik bozuklukları, deliliğin türlü çeşitli hallerine varan ruhsal durumlar ve bunlarla örülmüş gerilim ve kimi zaman felsefe soslu öyküler o kadar çekiyor. Ahmet Karcılılar’ın adını ilk kez bir romanı ile magazin gündemine düştüğü zamanlarda duymuş, ciddiye alınacak bir yazar olarak görmeyip pek de merak etmemiştim. Daha sonra internette dolanırken rastladığım "Akrep ve Semender"in arka kapak yazısı o kadar çekiciydi ki, bu kitabı hemen okuma listeme almama yetti:

“Binyıllardır birbirimizi arıyoruz biz. Binyıllardır parçalanmış ruhumuzu bir araya getirmek, tamamlanmak için uğraşıyoruz. Binyıllardır birbirimizi bulmak için işaretler bırakıyoruz ya da işaretler arıyoruz dünyada. Anlamıyor musun, belki de ilk defa bu kadar yakınız tamamlanmaya. Bıraktığım bütün işaretleri buldun sen. İşaretleri izleyip buraya kadar geldin. Bak! Bütün gözlerinle bak!”

Yazar bir mitten yola çıkıyor ve oradan dört elemente (hava, su, toprak, ateş) ustaca bağladığı olaylar zinciriyle örülmüş inanılmaz bir aşk ve arayış öyküsü anlatıyor. Aynı zamanda polisiye bir öykü ama cinayetler alışık olduğum(uz) türden değil! Bölümler arasında yaptığı geçişler dışında hiç paragraf kullanmıyor, ama kitap o kadar akıcı ki bu durum rahatsız etmiyor hiç. Bazı okuyanlara belki rahatsızlık verebilecek tek şey var, o da yazarın tuhaf bir biçimde kadın argosu kullanması. Ben ilk sayfalarda biraz afalladım ama öykünün içine girdikçe bu dile alıştım. Tuhaf bir öykü, yer yer rahatsız edici olsa da soluksuz okudum ve günler boyu da etkisinde kaldım. Hala zaman zaman kitabın kahramanlarını düşünürken buluyorum kendimi.

Melih Cevdet Anday ve Arif Damar’ın ortak eseri olan "Yağmurlu Sokak" uzun zamandır okuma listemdeydi. Nihayet elime ulaştıktan sonra siz de kapağını sağ sütunda görmeye başladınız ama uzun sürmedi, çünkü iki günde okuyup bitirdim. İki usta şairin şiirsel diliyle su gibi akan bu roman, edebiyattaki öyküleri gerçek hayatta arayan bir genç adamın öyküsünü anlatıyor. Kahramanımızın başkentte, romantik hayallerle başladığı yolculuğu 1940’li yılların Anadolu’suna, ve orada yaşanan ya da yaşanmaya çalışılan hayatlara uzanıyor. Zaman zaman gerçeküstü görünen, bu anlamda gülümseten, bazen de eski Türk filmlerini anımsatan olaylarla akıp gidiyor öykü...

“Benim gibi birinin bu yüzyılda yeryüzünde bulunabileceğine kimse inanmaz. Ben çağdışı bir insanım. Ya eskiden kalmayım, ya geleceğin işaretiyim. Fakat herhalde bugünün insanlarına benzemiyorum.”

Öyküden çok roman okumayı seven bir okurum ben. Güzel bir romana kendimi kaptırıp uzunca zaman onun dünyasında kalmayı severim… Öyküler ise, çok güzel de olsalar, bittiğinde ağzıma bir parmak bal çalınmış gibi hissettirip hayal kırıklığına uğratır beni. Bengal’li kökleri olup Londra’da doğan ve Rhode Island’da büyüyen Jhumpa Lahiri’nin, 2000 yılında Pulitzer ödülü alan öykü kitabı "Dert Yorumcusu"nu, buna rağmen büyük bir keyifle okudum.

Lahiri, Kalküta’ya tatillerde sık sık gittiği için köklerini hiç unutmamış ama bambaşka bir yaşam sürmüş. Bundan olsa gerek, öykülerinde büyük dünya ülkelerinin metropollerinde yolunu kaybetmiş ya da yeni dünyalarına bir biçimde eklemlenmiş ama bir türlü kendilerini ifade edemeyen Hindistan ya da Pakistan kökenli insanlara dair öyküler anlatıyor. “Aidiyet” gibi zor bir meseleden yola çıksa da öykülerini öyle renkli ve ustaca kurguluyor ki büyük zevkle okunuyor kitap. Özellikle ilk öykü olan “Geçici Arıza”yı çok sevdim.

“Böyle şeyleri hep yapardı. Hep sürprizler hazırlardı; iyi veya kötü. Hoşuna giden bir etek veya cüzdan görürse iki tane alırdı. İşyerinden aldığı ikramiyeleri, kendi adına ayrı bir banka hesabında biriktiriyordu. Shukumar buna aldırmıyordu. Babası öldüğünde annesi perişan olmuş, Shukumar’ı büyüdüğü evde tek başına bırakıp Kalküta’ya geri dönmüştü. Shoba’nın farklı olması hoşuna gidiyordu. İleriyi görebilme yeteneği Shukumar’ı hayrete düşürüyordu. Alışveriş yaptığında, arka kapının önü, İtalyan veya Hindistan yemeklerinden hangisini yapacaklarına bağlı olarak fazladan zeytin ve mısır yağı şişeleriyle dolu olurdu.”

Her öyküden sonra bir müddet onun tadını almak için diğer öyküye hemen geçmemek gerekiyor, ben zor da olsa öyle yaptım ama bu öykünün bitmesine üzülüp “acaba daha sonra neler oldu?” diye düşünmeme engel olamadı (böyle düşüncelere bazı romanların ve filmlerin sonunda da kapılırım). Lahiri işte böylesine keyifli, kahramanların “yaşadığı” öyküler yazmış…

Yorum Gönder

 
Top