0

Ne zaman tanıştığımı hatırlamıyorum seninle. Sanki kendimi bildim bileli severim gibi bir his var içimde sana dair. Ama galiba tanışmamız Zelig'le olmuştu. O kılıktan kılığa girdiğin, siyahla siyah, şişmanla şişman olduğun film... Yanındakilere benzeme hastalığından muzdarip Zelig'i izlerken galiba bir an gerçekten belgesel izlediğime ikna olmuştum. Beni ele geçirmiş, bir yandan gülmekten gözlerimden yaşlar getirirken bir yandan dehana hayran bırakmıştın.

Sonra kitapların geldi ve başka filmlerin... Match Point'i izlediğimde "yok artık..." demiştim. Woody Usta sen ne yaptın? Bu nasıl güzel bir öykü, bunlar nasıl elle tutulur, gerçek karakterler, bunlar nasıl replikler? Hele o atmosfer... Bu kadar mı bir kentin içinde nefes alır gibi olur insan, bir filmi izlerken? Sergilerde, opera binalarında dolaşır, kafelerin, restoranların havasını adeta koklar...

Evet tabii ya, sen ve kentlerin.. Manhattan, Paris, Barselona ve niceleri... Kentler ve onların nevrotik kentlileri... "Nevrotik kadınları avucunun içi gibi tanır" diyordu az önce izlediğim belgeselde senin için. Nevrotik adamları da kendinden mi bilirsin acaba biraz? Kendi gençliğinden, büyümeyen, hep çocuk kalan ruhundan, asla sormaktan bıkmadığın Tanrı'ya, hayata, ölüme dair sorulardan... Biraz Albert Camus gibisin gerçekten de! Onun da sorduğu soruları mizah yoluyla sordun hep. Elinden başka türlüsü gelmezdi ki. İlk filmlerinde, sanki biraz Chaplin'i (mi) anımsatan üslubunla gülmekten kırar geçirirdin herkesi. Hiç beklemediğimiz yerden vurur, en ciddi görünen diyaloğa bile incecik bir mizah saklar, üstelik öyle el çabukluğuyla yapardın ki bunu, çoğu kez biz algılayıp kahkaha atana kadar bir başka cümleye / sahneye geçmiş olurdun.

Midnight in Paris'i nasıl içimde dolup taşan bir coşkuyla izlediğimi bir bilsen... Benim kendimi bildim bileli düşkentim Paris, senin ellerinde büyülü bir tabloya dönüşmüştü. Her akşam o arabaya ben de atlayıp o eski zamanlara seyahat ettim. O yazarlarla birlikte kadeh kaldırdım, o yağmurlu ıslak sokakları, o büyülü Paris mavisini ben de kokladım. Geri döndüğümde inanamadım, aklım, ruhum o zamanlarda kaldı... Gözlerimin kaç kez dolduğundan haberin var mı? Hani duyacağını bilsem, bittiğinde ayağa kalkıp alkışlayacaktım.

Son filmlerinde giderek büyüdün, giderek kendini aştın. Ama sen kitlelere ulaşacak bir film yapamadığına inanıyorsun hâlâ! Belki de içinde sevilmek, çok sevilmek, herkesçe sevilmek isteyen bir çocuk yaşıyor da ondan. O muzip bakışlı, çilli, kepçe kulaklı çocuk. Dilinden pek umursamaz sözler dökülse de, gözleri "beni sevin" diyor o çocuğun. Mümkün mü ona kayıtsız kalmak?


Annen 96, baban 100 yaşına kadar yaşamış öğrendiğime göre. Ne mutlu ki sağlam genlerin eserisin. Bu da daha uzun yıllar bizlerle olup her yıl bir film çekeceğine dair umudumu arttırıyor. Çok yaşa sen usta! Çok yaşa ve bizi nice maç sayılarıyla, nice kentlerde geceyarılarıyla, nice insan hikâyeleriyle buluştur. Hatta dileğim, yürekten dileğim o ki bir filmini de İstanbul'da çek. Kahramanların Galata'da buluşsunlar, sabaha karşı İstiklal Caddesi'nde yürüsünler, sokak müzisyenlerini dinlesinler... Ben de yüzümde her filminde hiç eksilmeyen kocaman gülümsememle, koltukta keyiften mayışarak izleyeyim.

Seni ve sinemanı çok seven,
Sibel

Robert B. Weide'nin yönettiği "Woody Allen: A Documentary", İf İstanbul kapsamında 16 Şubat saat 16.00'da Cinemaximum İstinye Park'ta, 17 Şubat saat 15.00'de Cinemaximum Budak'ta gösterilecek. 

Yorum Gönder

 
Top