Epeydir İstanbul gezilerimizden bahsetmemişim. Epeydir eskisi kadar çok gezemiyor oluşum(uz)un yanında, tariflere öncelik verme isteğim de bunun nedeni... Halbuki elimde iki şahane kitap var, gidip görme, yeni lezzetler keşfetme isteği uyandıran. Biri Lezzetli İstanbul (Mehmet Yaşin) diğeri de 100 Tarihi Lokanta (Dr. Oğuz Erkara). Bu kitapların elimin altında durması bile beni mutlu etmeye yetiyor, bir de arasıra sevgiliyle sayfaları karıştırıp öncelikli gidilmesi gereken yerlerden bahsetmek...
Mado'nun lattesi fotoğrafta görülen. Basın gezilerinin havaalanındaki buluşma noktalarından biridir Mado; uçağı beklerken ya birşeyler atıştırılır ya da çay-kahve içilir. Bu kareyi de o anlardan birinde çekmiştim, İnci ile beraber yola çıkmak üzereydik. Epey olmuş gitmeyeli Mado'ya. Dondurma ve sahleplerini severim ben en çok. Aydın'da yaşadığım son dönemlerde Özsüt'le beraber şehrin filtre kahve ve kaliteli pasta bulunabilen iki kafesinden biri olduğu için her hafta sonu giderdim. Geçen yaz gittiğimde Özsüt artık yoktu ama Mado hâlâ eski yerindeydi. Lattesi de çok leziz bu arada.
Güzel havalarda sevgiliyle evden çıkıp Taksim'e yürümeyi, oradan Karaköy'e inip Eminönü'ne ve Sirkeci'ye, derken kaptırıp Gülhane'ye ve nihayetinde Sultanahmet'e kadar yürümeyi severiz. Aynı mesafeyi geri yürümeyi henüz başaramadık ama o da olacak inşallah:) Tabi bu rotada zaman zaman mola vermek şart! Enerji toplamak için en sevdiğim adreslerden biri de Çiğdem Pastanesi. Tramvay yolu üzerindeki (Sultanahmet durağına yakın) bu şirin pastane, tam eski tarzda, hani sevgililerin buluşma yeri gibi olan gizli saklı lezzet duraklarından biri. Gizli saklılığı pek "moda" mekanlardan olmamasından, yoksa öyle zor bulunacak bir adres değil. Belki önünden kırk kez geçip de içeri girmemişsinizdir. Girin bir gün. Briyoşlarının, az şekerli bol çilekli tartlarının, milföylerinin tadına bakın. Bu kısaca milföy denen lezzetli pasta İstanbul'a özgü sanırım, zira bu şehirde tanıştım kendisiyle ben. Yanına ince belli, tazecik bir çay da söyleyin. Her şey taptaze, çalışanlar güleryüzlü, içerisi tertemiz ve evet, orada bir yerlerde eski İstanbul var!
Sultanahmet'e kadar gelmişken adettendir deyip bir de közlenmiş mısır yemek şart.
Sizi bilmem ama ben közlenmişini daha çok severim. Yanık olsun, tuzlu olsun, benim olsun:)
Yine yol üstünde, Tünel'e yürüken (ya da oradan dönerken) soluklanmak için en sevdiğimiz adreslerden biri Ara Kafe. Onun artık pek gizli saklılığı kalmadı, hatta her defasında yer bulamayıp geri döner olduk kapısından hüzünle, ama yine de severiz kendisini. Çünkü yanına lokumuyla gelen kahvelerinin lezzeti pek her yerde bulunmaz. Sonra duvarlardaki fotoğraflar, orada saatlerce oturup kitap okuma isteği uyandırır bende, hiç yalnız gitmişliğim yoktur halbuki ama yalnız oturulacak kafeler listesinde ilk sıralardadır benim için Ara. Çıkışta hemen dibindeki kitapçılara sırayla girip kitap koklamak da kaçınılmazdır.
Yıllar önce Tijen ablacığım bir çayla tanıştırmıştı beni. Kokusunu içime çekip bir yudum alır almaz, şimdi bu yeşil çaysa daha önce içtiklerim neydi? diye düşünmüştüm. Patlak pirinçli yeşil çay, içine "matcha" ve "brown rice" eklenmiş leziz mi leziz bir Japon çayı. Buralarda malesef bulunmuyor ama İstanbul'da miniminnacık bir Japon kafesinde içmek mümkün. Bunka'da. İstiklal'in hemen girişinde, Fransız Konsolosluğu arkasındaki Cafe Bunka o kadar sevimli bir mekân ki, oturduğunuzda kesinlikle kalkmak gelmiyor içinizden. O yüzden bazen gittiğinizde içerisini dolu görüp hayal kırıklığına uğramanız mümkün. Hele de hava soğuksa...
Son gidişimde ben de yer bulamayıp girişteki bar taburelerinden birine oturmuştum ve o sırada kiliseden çıkan yeni evli çifti izlemiştim gülümseyerek. İç karartıcı yağmurlu bir İstanbul akşamına çıkan gelin öyle mutluydu ki ıslanmak filan pek umrunda değildi belli ki. Ben de avuçlarımı Japon ritüellerine uygun olarak kulpsuz fincanda sunulan çayla ısıtıp şifon kekin tadına baktım, şekersiz süt kremasına bandıra bandıra. Yeşil çaylı profiteroldü asıl isteğim ama yoktu o gün. (Zerenciğim de yazmış geçenlerde, belki de artık yapmıyorlardır. Yazık olur eğer öyleyse, bu özel çaya yakışan, çok zarif, çok ince bir lezzetti çünkü...)
Antiochia, Asmalımescit'te Antakya mutfağından lezzetler sunan sevimli bir restoran. Sokağa atılan masalarda insanların gönüllerince eğlenebildiği zamanlardan birinde gitmiştik! (Son zamanlarda ne durumda güzelim Asmalı bilmiyorum, yasağın ardından pek çok mekânın kapandığını duydum.) Antiochia'ya sadece meze yemek için gittik biz, zira mezeler parmak yedirten cinsten. Gördüğünüz tabaktaki lezzetleri, hele o humusu, o zeytin salatasını her gün olsa bıkmadan yiyebilirim, başka bir şey de aramam. Zaten rakı ve sevgili olunca, mezeden başka neye lüzum var ki masada?
Sevgiliyle iş çıkışı, hiç nedensiz, keyfimiz öyle istediği için gidip rakı içmiştik o akşam. Hiç boş kalmayan sıcak pide sepeti, güleryüzlü servis ve pideleri bandıra bandıra yediğimiz lezzetli mezelerle çok keyifli saatler geçirmiştik orada. Minare Sokak'taydı, Hardal'ı filan geçtikten sonra.
Ordan burdan bir yazı oldu.
Havadan sudan, kahveden rakıdan.
Burası böyle bir İstanbul, bu ruh hâli böyle bir hâl...
Yorum Gönder